www.tarihtekerrurdenibarettir.tr.gg www.kizlarnedenevdekalirlar.tr.gg www.yaallyanon.tr.gg www.cekgityuregimuzaklara.tr.gg

ANA SAYFA
ARAYIŞ
KIYAMET ALAMETLERİ
ŞEYTANIN EVLATLARI
DÜNYA BİR ÇARŞIDIR
CEHENNEM EHLİ VE AZABI
BU DüNYA, BU NESiL HER YÖNDEN, HER CİHETTEN KIYAMET ALAMETi
Bizim hayatımız yalan ulan! Bizim hayatımız yalan!
Söylenen başlarına geldiği zaman, onlara yerden bir dabbe çıkarırız; o da, insanların bizim ayetlerimize inanmadıklarını kesin bir bilgiyle insanlara söyler.
HÜKÜM ALLAH’INDIR EY LANETLENMİŞLER!
E-KİTAP
ziyaretçiler

Şu hadiseler meydana gelmedikçe kıyamet kopmayacaktır. Depremler çoğalacak.

[Ramuz-el E-hadis, 476/11]

 

Kıyametten önce iki büyük hadise vardır ve sonra da zelzeleli yıllar.

[Ramuz-el ehadis,187/2]

 

Barınacak evler, sizi taşıyacak hayvanlar bulamayacağınız günler yaklaşmıştır. Çünkü evlerinizi depremler yıkacak.

[Kıyamet Alametleri, sayfa 146]

 

Anlaşmazlıklar ve sık sık depremler meydana gelecek.

[Kıyamet Alametleri, sayfa 166]

 

Depremler.

 

17 Ağustos 1999. Gölcük. Saatler gecenin üçüydü ve insanlar can havliyle kendilerini evlerinden dışarıya atarken sanki bir kıyameti yaşıyor gibiydiler. Ali Kırca’nın sunduğu Siyaset Meydanı’nda enkazdan kurtarılan bir bayan şunları söylemişti: “O gece ne olduğunu bilmiyorum ama bildiğim bir şey var ki, bu depremden farklı bir şeydi.”

 

Depremden hemen önce Gölcük’ten Avcılar’a kadar geniş bir alanda görülen “ateş topu” ile ilgili bilimsel açıklama yapılamıyordu.

Gölcük’ten Avcılar’a kadar görülen ateş topu? Gölcük’e gelen Kara Kuvvetleri Komutanı Çevik Bir’in; o gece okunan Kuran’ı, okutturmayıp, Kuran’ı ayaklarının altına alıp, çiğnediği; daha sonra Gölcük Askeri Gazinosu’nda çıplak dansöz oynattırıp, içkiler içirttiği gece. Kuran’ı ayaklarının altına alıp, ezen Çevik Bir! ALLAH’ın Kitabı’nı çiğneyen Çevik Bir! Orada bulunan hiç kimsenin sesini çıkartamadığı Çevik Bir! Depremden 30 dakika önce Gölcük’ten ayrılan Çevik Bir! Geride kalan herkesin öldüğü gece o gece!

 

Kendisinden korktuğun ve kendisine ümit beslediğin her şey, senin ilahındır, taptığındır.

[Abdülkadir Geylani, Fethur-Rabbani]

 

Gölcük’ten Avcılar’a kadar geniş bir alanda görülen ateş topu.

 

Kimine göre Ruslar bomba patlatmış, kimi ne göre de; Yugoslavya ya atılan bombaların yer kabuğunun dengesini bozması sebebiyle deprem gerçekleşmiş. Hatta bazılarına göre işi PKK bile yapmış olabilir.

 

Nitekim CNN Televizyonu Başbakan Bülent Ecevit ile yaptığı bir röportaj sırasında “Depremin arkasında PKK mı var?” sorusuna “sanmıyorum” cevabını vermişti. Oysa bu sorunun doğal cevabı “Siz ne saçmalıyorsunuz, depremle PKK’nın ne alakası var?” olmalıydı. Bu soruya verilen cevap, akıllara PKK’nın deprem oluşturabilme ihtimalinin olduğunu düşündürdüğü gibi, yapay depremlerin olabileceği sonucuna da getirmektedir.

 

Future Times’da yayınlanan araştırma dizisinde yer alan habere göre; Amerika Birleşik Devletleri Silikon Vadisi’nin de bulunduğu Californiya’daki San Andreas Fay hattında meydana gelebilecek büyük bir depremin Amerikan ekonomisine çok büyük zarar vereceğini bilmektedir. Amerika Birleşik Devletleri; yer kabuğundaki değişimleri izleyerek, daha deprem oluşmadan tektonik katmanlar arasında artan basıncı değişik noktalardan patlatıp boşaltarak, beklenen büyük depremi “küçük depremcikler haline dönüştürmenin” yolunu bulmuştu.

 

Yıllar önce Sırp asıllı Amerikalı bir bilimadamı olan ve elektrik mühendisliği konusunda uzun yıllar bazı esrarengiz yüksek gerilim deneyleri gerçekleştirdiği bilinen Nicola Tesla tarafından geliştirilen “düşük frekanslı elektromanyetik ışınımla yüksek enerji nakli” tekniğini, hem Ruslar, hem de Amerikalılar uzun zamandır bir silah olarak kullanmanın yolunu arıyorlardı. Bu yöntemle; çok uzaktan, hatta uzaydan geniş alanlarda tahribat yapabileceklerdi. Ancak Pentagon, yani Amerika Savunma Bakanlığı yıllardır çok güçlü bir silah geliştirmek amacıyla üzerinde çalıştığı bu projeyi, bir yandan da barışçı amaçlarla “depreme indirgeme” sistemine uygulamak suretiyle tepkileri azaltmayı ve bu işe ayrılan fonların devamlılığını sağlamak istiyordu. Bu nedenle proje, önce Avustralyanın çıplak ve seyrek nüfuslu kırsal bölgelerinde denendi ve geliştirildi. Daha sonra bunun deprem bölgelerinde denenmesine sıra geldi. Değişik zamanlarda Kafkaslar da, okyanus tabanında ve Güney Amerika’daki And dağlarında tektonik uyarılar verilmek suretiyle “endüktif deprem oluşturma” konusunda büyük adımlar atıldı.

 

Bu araştırmalar Amerika’da HAARP ve diğer askeri tesislerin kumanda merkezlerinde yürütülüyordu. Bu arada Türkiye, Japonya ve benzeri deprem bölgelerinde de sismik ağ şebekeleri kurularak bu bölgelerin tektonik verileri saniyesi- saniyesine devasa bilgisayarların kayıtlarına gönderilmeye başlandı. Ve gün geldi, bu sistem Türkiye’de denenmek istendi. Çünkü Türkiye’deki Kuzey Anadolu fayı ile Californiya’daki San Andreas fayı son derece benzer özellikler arzediyordu. Ayrıca, bölge zaten yıllardır bu amaçla sismik espiyonaj altındaydı. Nitekim gelişmeleri dikkatle takip edenler, depremden hemen sonra Türk Telekom’un Türkiye’nin sismik bilgilerini Pentagon’a ileten NATO üssünün iletişimini aniden kestiğini ufak puntolarla gazetelere düşen haberlerden hatırlayacaklardır. [artık Telekom’da özelleştirilerek kâfirlere satıldı]

Amerika’nın asıl hedefi, Kuzey Anadolu fay hattındaki deneyden elde edeceği tecrübe ve bulguları, San Andreas Fay Hattına uygulamaktı. Bu iş yine çok yüksek askeri gizlilik taşıdığından yürütme işi İsrailli uzmanlara, yani yahudilere verilmişti. Gerekli makina ve donanım “deniz altılarla” Gölcük üssüne getirilerek, oradaki yeraltı/ denizaltı korunaklarına kuruldu. Türk makamları, yani Türkiye’yi yönetenler, [Başbakan Bülent Ecevit ve Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel] bu durumdan haberdardılar; ama detayları bilmiyorlardı. Deney başarılı olacağından, kimse normal dışı bir şeyin olduğunu fark etmeyecekti. Bu amaçla, “Gece Şahini Tatbikatı’nın” 17 Ağustos 1999 gecesi saat 03:00’de başlatılması planlandı. Gece saat tam 03:00’de düğmeye basılacak ve “Gece Şahini” devreye alınacaktı. 1-2 dakika içinde de oluşturdukları muazzam enerjiyle Marmara’nın altındaki tektonik tabakayı zayıf yerlerinden kırıp, aylardır oluşan büyük “basıncı” dışarı atacaklardı. Böylece beklenen büyük bir deprem önlenmiş olacaktı!

 

Çevik Bir’in Kuran’ı ayaklarının altına alıp, çiğnediği daha sonra Gölcük Askeri Gazinosu’nda çıplak dansöz oynattırıp, içkiler içirttiği gece.

 

45 saniye süren büyük ve tekil bir deprem tasarlananın 10 bin kat üstünde bir güçle gelmişti. Zayıflayan ve titreyen elektrikler geri geldiğinde, gece saat 03:05 geçiyordu. Daha bir kaç dakika öncesine kadar korunağın içinde şampanya patlatmayı bekleyenler, şimdi korkudan buz gibi donmuş, hareketsiz ayakta duruyorlardı. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. 10 binlerce insan, çoluk çocuk, kundaktaki bebekler, o enkazların altında cansız yatıyordu, can çekişiyordu.

 

İşte o andan itibaren çantalardan çıkan ‘’Q planı’’ uygulanmaya başlandı. İlk önce bölgedeki tüm haberleşme ve elektrik enerjisi felç edildi. Kimsenin birbiriyle haberleşmesi istenmiyordu. Binlerce insanın can verdiği Gölcük! Can çekişenlerin olduğu Gölcük’te Yahudiler, kimsenin birbiriyle haberleşmesini istemiyor! İnsanlar can çekişiyor ama Yahudiler istemiyor diye kimse haberleşemiyor.

 

Bismillahirrahmanirrahiym. Ant olsun, insanlar içinde, müminlere en şiddetli düşman olarak Yahudileri ve müşrikleri bulursun. Sadakallahul-Azıym.

[Maide Suresi, 82. ayet]

 

Ankara’da Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Mason Süleyman Demirel bile sabahleyin “benim de telefonum kesikti” şeklinde garip bir açıklama yaptı. Cumhurbaşkanı ve Başbakan şaşkındı. Saatlerce “üzgünüz” bile diyemediler. 10 binlerce insanın mezara gömüldüğü Gölcük! Cumhurbaşkanı ve Başbakan birşey diyemiyor.

 

Depremin üzerinden 4 dakika bile geçmeden İsrail Başkanı Ehud Barak ve America Birleşik Devletleri Başkanı Bill Clinton ile irtibat kuruldu.

 

O anda İsrail de “Ben Gurion Lod” askeri hava alanından 4 adet savaş uçağı eşliğinde 2 nakliye uçağı havalanıyordu. 2 dakika sonra da İsrail Deniz Kuvvetleri ve NATO Güney Deniz Saha Komutanlığı’na bağlı tüm birlikler DEFCON-4 acil durumuna geçirildi. Amerikan 6. filosuna bağlı gemiler de rotalarını İstanbul’a çevirmek için Pentagon’dan emir aldılar. Bu arada devreye Avrupa ülkelerinin liderleri de giriyor ve belki de onlardan da Türkiye için sözler alınıyordu. Yunanistan bile harekete geçirilerek Türkiye’ye karşı olan düşmanca tutumuna son vermesi sağlanıyordu.

 

Tüm Avrupa Başkentleri hareket halindeydi, ancak panik yoktu. Herşey kontrol ve koordinasyon altındaydı. İsrailli askerler ve üst düzey subaylar o gece Gölcük’te ne arıyorlardı? Deniz Kuvvetleri’nde bir devir-teslim töreni yapılacaktı, ama bu her yıl yapılan rutin bir ulusal törendi. Uluslar arası bir niteliği yoktu. Hiç kimse –İsrail’in bugüne kadar hiç katılmadığı- bu devir teslim törenine neden katıldıklarını sormadı. Enkaz altında kaç İsrail askerinin öldüğü, kaçının yaralandığını da soran olmadı. O felakette kaç İsrail askerinin öldüğünü ne Genel Kurmay Başkanlığı yayınladı, ne de İsrail böyle bir bilgiyi açıklamak nezaketinde bulundu. Herkese verdikleri imaj ise oraya yardım için geldikleriydi.

 

Ankara’da Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in, Mason Demirel’in bile sabahleyin “Benim de telefonum kesikti” şeklinde bir açıklama yaptığı, Türk ordusunun bile kendi ülke toprakları üzerinde olan deprem bölgesi Gölcük’e sabah saat 5’te ulaşabildiği, bütün iletişim ağının felç edildiği Gölcük’te! Çevik Bir’in Kuran’ı ayaklarının altına alıp, çiğnediği daha sonra Gölcük Askeri Gazinosu’nda çıplak dansöz oynattırıp, içkiler içirttiği gecenin sabahında; İsrail askerlerinin binlerce kilometre mesafeden nasıl geldiğini düşünmedik bile.

 

Hemen bir hastane kurdular. Esas amaçları enkaz altındaki askerlerini ve önemli askeri malzemeyi çıkartarak götürmekti.

 

Biz de salak salak “Bak şu İsrail’e! Helal olsun, hemen yardımımıza koştu!” diyerek sevindik değil mi? Tüm dünyaya düşman olan Yahudileri görünce sevindik.

 

Sabah saat 03:05 ile 06:30 arasında Avrupa da bu hareketlilik yaşanırken bölgede çok hızlı ve çok gizli askeri hareketlilik hâkimdi.

 

Ancak herkes kendi derdine düşmüş olduğundan bu “olağanüstü gizli operasyondan” kimsenin haberi olmuyordu. Böylece, bu işi planlayanlar gecenin karanlığından da yararlanıp denizin altından parçaları yüzeye vuran Tesla Makinesi’nin kalıntılarını toplayıp, yer altı ve yer üstündeki tüm izleri yok etmeye çalışıyorlardı. Ve bölgeye son hızla gelen Rus Araştırma Gemisi sabah saat 06:30 da bölgeye vardığında, havanın aydınlanmasıyla birlikte etrafta delil olabilecek tek bir cisim bile kalmamıştı. “Deniz altında oluşan radyasyon anlaşılmasın, dibe çöken kalıntılar araştırılmasın ve patlama sonucu meydana gelen denizaltı krateri ve çukurları ortaya çıkarılmasın” diye bu bölge derhal askeri karantinaya alınarak dalışa yasak bölge ilan ediliyordu. Ancak bütün bu temizlikler yapıldıktan sonra Bülent Ecevit ve daha sonra da Süleyman Demirel’in bölgeye gitmesine izin verilmişti. Bu ülkeyi yönettikleri zannedilen Başbakan Bülent Ecevit’e ve Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e izin veriliyor. Cumhurbaşkanı ve Başbakan deprem bölgesine, kendi ülkesinin topraklarına girebilmek için izin alarak gidiyor!

 

Amerika tüm imkânlarını seferber etti. Bill Clinton Amerikan halkından Türkiye’ye yardım etmesini istedi. Yakında Türkiye’ye geleceğini ilan etti. Başbakan Bülent Ecevit’in de bu arada Amerika’ya kendini ziyarete geleceğini haber verdi. Bülent Ecevit de paşa paşa Bill Clinton’la görüşmeye gitti. Bill Clinton depremin ardından kasım ayında Türkiye’ye gelmişti. İlginçtir ki, o her zaman bildiğimiz “acayip korunan” bir Amerikan Başkanı olarak değil, bölgede; sanki taşıdığı vicdanı sorumluğu üzerinden atmak ister gibi bir edayla, bölge halkının içine kadar giren sıradan bir adam gibi bölgeyi dolaşmıştı. Ve yine ilginçtir ki, tarihte ilk kez bir Amerikan Başkanı Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde konuşacak kadar Türkiye’yi önemsemişti! Müslüman olmayan Bill Clinton’ın bu konuşması ne şeref Türkiye için!

 

Enkaz altında kalan 10 binlerce insanımız; sırf Californiya’daki John’lar, Susan’lar ve Alice’ler yaşasın diye öldürüldüler. Binlerce insanımız ölmüştü ama değil mi? 10 binlerce değildi? 19 bin küsur insanımızı kaybettik değil mi? İlk başlarda 47 binden fazla olarak açıklanan ölüm sayısı birden 14 binlere düşürüldü. Anayasadaki kanunlara göre her hangi bir afet bölgesinde 20 binden fazla can kaybı olduğunda; o bölgeden 5 yıl boyunca vergi alınamaz. Böyle bir olayın ardından Türkiye’yi yönetenler sırf para için, kendi ceplerine indirdikleri milyarlarca liranın hesabını bilmezken, kâfirler ölmesin diye öldürülen insanlarımızın 3’te biri öldü diye açıklama yaptılar bizlere. 60 binden fazla insanın mezar olduğu Gölcük! Kâfirler öldürülmesin diye 60 bin insanın öldürüldüğü Gölcük!

 

Çevik Bir’in Kuran’ı ayaklarının altına alıp, çiğnediği daha sonra Gölcük Askeri Gazinosunda çıplak dansöz oynattırıp, içkiler içirttiği gece!

 

O zaman bu konuları nasıl örtbas ettiler? Çorap söküğü gibi; Hizbullah’ın öldürüp, gömdüğü iddia edilen toplu mezarlardaki cesetleri çıkardılar. Halkın gözünü boyamak için, uyutmak için faili meçhul olan cinayetleri, kime ait olduğu bilinmeyen mezarları ortaya çıkardılar. Hizbullah terör örgütü yaptı dediler değil mi birde? O kadar mezarın yerini peş peşe ardı ardına açıkladılar, buda her zaman olduğu gibi daha önceden bildiklerini, fakat bir olay olduğunda halkın ilgisini başka tarafa çekmek için kullanmak için sakladıkları, göz yumduklarının delilidir!

 

Gölcük Depremi’nde ölenlerin cenaze namazı bile kılınmadı değil mi? İş makineleri ile gömdüler cesetleri. Ölenlerin sayısı belli olması diye toplu mezarlar kazdılar! Ölenlerin sayısı belli olursa para alamayacakları için, toplu mezarlar kazdırdılar! Ölenlerin cenaze namazı kılınmış olsa sayıları ortaya çıkacaktı! Ama biz lafa gelince müslümanız!

 

Halkı daha da uyutmak için, doğal afetlerde ölenlerin şehit olduğunu söylediler bir de!

 

Çevik Bir’in Kuran’ı ayaklarının altına alıp, çiğnediği daha sonra Gölcük Askeri Gazinosunda çıplak dansöz oynattırıp, içkiler içirttiği gece ölenlerin şehit olduğunu söylediler!

 

Kuran’a küfretmek pahasına izlenen televizyonların bulunduğu evlerde hayatını kaybedenlere şehit dediler!

 

Lösemi hastası Doktor Oktar Babuna’yı herkes hatırlayacaktır. Doktor Oktar Babuna’ya ilik nakli yapılması için Türkiye’deki pek çok insandan kan örneği alınıp Amerika’ya gönderilmişti. Dönemin Sağlık Bakanı Osman Durmuş kan verilmesinin uygun olmadığını söylediği için eleştiri almıştı. Oktar Babuna ortadan kayboldu. Amerika’ya giden kan örnekleri istendi ancak bu örnekler geri gelmedi.

 

Ortaya çıkan sonuç ise; bu kan örneklerinden Türk ırkının özelliklerini çıkartarak sadece Türkleri etkileyebilecek biyolojik bir silah yapılacağı iddiasıydı. Bu iddia her zaman olduğu gibi ciddiye alınmadı ancak dikkatten kaçan nokta her ırkın kendi genlerinin ayrı olduğuydu. İnsanı oluşturan temel maddenin DNA olduğunu hesaba katarsak her ırkın DNA’sı diğer ırklardan farklı özellikler gösterir ve kan örneklerinden DNA analizi yapılırsa bu fark ortaya çıkar. Her ırkın DNA’sının farklı olduğuna inanmayan olursa Slav ırkının neden sarışın ya da Türklerin çoğunun neden esmer, Çinlilerin niye çekik gözlü ve sarı tenli olduğunu araştırabilir.

 

Gölcük Depremi’nin ardından dönemin Sağlık Bakanı Osman Durmuş’un “Yabancılara tek bir hasta bile vermem” dediğini hatırlayın. Amerikan Deniz Kuvvetleri’ne ait gemi hastanesinde tek bir hastanın bile tedavi edilmediğini hatırlayın! Tam 750 ton yardım malzemesiyle yüklü bir İsrail gemisinin 3 gün süreyle gümrükte bekletilmesini bir hatırlayın! Biz gafiller yadırgamıştık o zamanlar!

 

Yahudiler, kâfirler ölmesin diye; ölümüne sebep oldukları 60 binden fazla insan yetmiyormuş gibi, birde sorumlusu oldukları ölümlerin üstüne; kan örneklerinden Türk ırkının özelliklerini çıkartarak sadece Türkleri etkileyebilecek biyolojik bir silah yapma planlarını gerçekleştirebilmek için çalışıyorlar!

 

Bismillahirrahmanirrahiym. Ant olsun, insanlar içinde, müminlere en şiddetli düşman olarak yahudileri ve müşrikleri bulursun. Sadakallahul-Azıym.

[Maide Suresi, 82. ayet]

 

Basına yansıyan haberlerde, Nestle firmasının üçüncü dünya ülkelerinde satılan ürünlerin de genlerle oynayan bir madde [GE] olduğu açıklanmıştı. Habere kimse tepki göstermedi, sessizce geçiştirildi.

 

Aynı zamanda alerjik reaksiyonlara da neden olan bu maddenin hemen hemen her Türk çocuğu tarafından alındığını düşünürsek, durumun önemi daha ciddi bir şekilde ortaya çıkar.

Avrupa’nın Türk genleri ile oynama isteği 1990’lı yıllarda alınan bazı istihbaratlarla ortaya çıkmış, fakat yetkililer bu konuda görevlerini yerine getirmemişlerdir! Size bu konuda anlatacağım olay bu konunun ciddiyetini daha ciddi bir şekilde ortaya koyacak ve ortak olmaya çalıştığımız Avrupa’nın gerçek yüzünü anlatacaktır.

 

Yıl 1993. Genç bir Doktor olan Munise Ozan Sinop ili Merkez 2 no.lu Sağlık Ocağı’nda göreve başlar. İnsanlar ekonomik sıkıntı içerisindedir. Sinop’ta fabrikalar kapanmış insanlar işsiz kalmıştır. Hasta olan çocukların tedavisi oldukça pahalıya mal olmaktadır. Sağolsun UNICEF’in yardım programı vardır ve sağlık ocaklarında üst solunum yolları hastalıklarının tedavisi için bedava ‘’PENiSiLiN’’ benzeri ‘’PROCAiN’’ isimli bir ilaç dağıtılmaktadır. Bahsi geçen ilaç doktorlara flakonlar halinde gelmekte ve hali ile doktorlar ilacın prospektüsünü ve ambalajını görmemektedir. Doktor Munise Ozan şüpheli iki vaka üzerine ilacın ambalajını ve prospektüsünü ister. Ama mecbur olduğu halde ilacın prospektüsünün olmadığını görür. Ama en korkunç açıklama ilaç ambalajının üzerindedir. Türkiye Cumhuriyeti Sağlık Bakanlığı’nın yaptığı programa göre özellikle 5 yaş altı çocuklara kullanılması gereken ilacın ambalajı üzerinde İngilizce ve Fransızca olarak “kesinlikle 5 yaş altı çocuklara kullanılmaz” ibaresi vardır. Doktor Munise Ozan durumu Sağlık Bakanlığı’na yazar ve ilacın kullanımını sorumlu olduğu bölgede durdurur. Bakanlık konuya bir açıklık getiremez ve Doktor Munise Ozan’a o yazıları karalayıp ilacı kullanması söylenir. Munise Ozan diretir. Durumu o zamanlar Sinop Ortadoğu Gazetesi muhabirliği yapmakta olan eşine iletir. O zaman ki Cumhuriyet Gazetesi Sinop muhabiri ve Sinop Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Cengiz Demirel ile Munise Ozan’ın eşi Fransız Sağlık Bakanlığı’na yazar. Gelen cevapta bu ilacın Fransa’da üretilmediği yazıyordu. Ama ambalaj üzerindeki adres Paris’teki bir adresti ve Paris’te öyle bir adres yoktu. Önce yerel Sinop TV de hiç bir deneyimi olmadığı halde Munise Ozan’ın eşi bir program yaptı. O gece Sinop TV jandarma tarafından kapatıldı. [Türkiye’nin uyarılmasını istemiyorlar, Türkiye’nin jandarması olaya müdahele ediyor. Türkiye’yi koruması gereken jandarma halk bilgilenmesin diye Sinop TV’yi kapatıyor.]

 

Cengiz Demirel konuyu Cumhuriyet Gazetesi’nde, Aslan Bulut’ta Orta Doğu Gazetesi’nde yazdı. Fakat bütün bunlar yeterli olmadığı için konu Arena Programı’na götürüldü. Çünkü bu arada Sağlık Bakanlığı’ndaki bazı yetkililerde konuşmaya başlamış ve ilacın genetik alerji yaptığını bir fax mesajı ile Cumhuriyet Gazetesi’ne iletmişlerdi. [Bakanlığın konuya bir açıklık getiremediği ve Doktor Munise Ozan’a o yazıları karalayıp ilacı kullanması söylendiği ilaç.] Fakat kimse genetik alerjinin ne olduğunu bilmiyor ya da söylemek istemiyordu. Munise Ozan ve eşi Arena Programı’na çıktı, ilacın yalnız gördükleri taraflarını belirttiler ve bu genetik alerji meselesinin açıklanması gerektiğini halka anlattılar. O zamanki Sinop valisi Adil Yazar “Efendim Doktor Munise Ozan altı üstü bir pratisyen hekim; uzman doktorlar bile konuyu bilmiyor o nasıl bilebilir” diyecek kadar gaflet içindeydi. Çünkü ilaç kırsal kesimde fakir halk çocuklarına dağıtılıyor, UNİCEF’e raporlar gönderiliyor ve birtakım veriler bir yerlerde toplanıyordu. Ve ilaç sadece pratisyen hekimlere kullandırılıyordu. Daha korkunç olanı ilacın kullanıldığı pilot illeri içeren harita idi. Buna göre Erzurum, Kastamonu, Uşak, Eskişehir, Manisa, Tokat, Çorum gibi Türkmen nüfusun egemen olduğu iller seçilmişti. Ve eğitim düzeyi düşük olan bu illerin kırsal kesimindeki halk; alerji, genetik gibi şeylerin farkında bile değildi. O zaman Arena’ya çıkan Sağlık Bakanı Yıldırım Bey bile kem küm etmekten başka bir açıklama getiremedi. [Türkiye’nin sağlık kuruluşlarından ve sağlığından, o dönemde sorumlu olan bakan]. Kimse olayı dikkate almadı ve olay kapandı. Doktor Munise Ozan basına izinsiz demeç verdiği için ceza aldı. Ama herkes, profesörler dâhil, genetik alerji yoktur diye ahkâm kesti.

 

Genlerle oynama olayı Oktar Babuna olayında açıkça ortaya çıkınca dönemin Sağlık Bakanı Osman Durmuş her türlü tepkiyi almasına rağmen açıklama yaptı. Nestle’deki bir maddenin [GE] genlerle oynadığı ve alerji yaptığı; sadece üçüncü dünya ülkelerinde yani Türk Cumhuriyetleri’nde satıldığı açıklandı.

 

Açıklama yapıldı ama bu Türk Cumhuriyetleri’ni yönetenler, daha doğrusu yönettiklerini zannettiklerimiz elleri kolları bağlı, hiç bir şey yapmıyorlar. Satışını yasaklatmıyorlar. Bizse umursamıyoruz, reklamlarda en çok hangi ürünü görürsek onu alıyoruz.

 

Nestle. Nestle Nescafe, Nestle Nesquik, çikolatalar, sular. Bütün Nestle ürünleri.

 

Hazreti Ali Kerremullahi Vechehü‘den rivayete göre; Aleyhisselatu Vesselam şöyle demiştir: ALLAH Rasulü Aleyhisselatü Vesselam cenazede idi: “Hanginiz yolda kırılmadık bir put, yerle bir kılınmadık bir kabir, bozulmadık bir resim bırakmadan medine’ye gider?” diye sordu. Bir adam: “Ben, ey ALLAH’ın Rasulü!” diye cevap verdi. Ali Kerremullahi Vechehü dedi ki: Medineliler korktu. Adam yola koyuldu, sonra dönüp: “ey ALLAH’ın Rasulü, kırılmadık put, yerle bir edilmedik kabir, bozulmadık resim bırakmadım.” dedi. Sonra Aleyhisselatu Vesselam şöyle buyurdu: “Kim bu sanatlardan birine tekrar dönerse, o kimse Muhammed’e indirilene küfretmiştir.”

[Ahmed bin Hanbel; Fıkhu’s-Sunne, Seyyid Sabık]

 

Muhammed’e indirilene küfretmek, yani Aleyhisselatu Vesselam’a indirilene küfretmek. ALLAH’IN kitabına, kutsal kitabımız Kuran’a küfretmek.

 

Resimlerin hareketli hali olan çağımızın en büyük hamamı olan televizyonlarda çok reklamı çıkıyor değil mi? Bizler ne yapıyoruz, çok reklamı yapılan ürün iyidir deyip ona sarılıyoruz. Onu alıyoruz. Aleyhisselatü Vessalam Efendimize indirilene küfrederek izlediğimiz televizyonlardaki reklamlardan gördüklerimizi alıyoruz hep!

 

Ahir zamanda eğlencelerin ve çengilerin meydan aldığı içkinin de helalmiş gibi gösterilip içildiği zaman yere batma, taş yağma meydana gelecek ve insan kılığından çıkma olacaktır.

[Ramuz El E-hadis, 2. cilt, sayfa 302]

 

Konstürmastlik yapan kadınların ve içkilerin içildiği barlar, birahaneler, gazinolar, klüpler, iki parça bez parçasıyla bütün bedenini teşhir eden dansözler ve şeytanın ezanlarını seslendiren şarkıcıların bulunduğu her yer! Düğünler! Diskolar! Artık her yerde içki satılıyor. Adım attığımızda karşımıza çıkan her büfede içki satılıyor.

Gökten taş yağması? Gökten taş yağması? Gökten taş yağıyor ama farkında değiliz! Kimi zaman camları kıracak kadar büyüklükte yağan dolular! Dolu yağıyor ya gökten! Dolu. Gökten taş yağması! Dolu yağıyor!

 

İnsan kılığından çıkma? Hepimiz insan kılığından çıkmışız ama farkında değiliz! Hepimiz ruhsuz, imansız ceset parçalarıyız. Hayvanlardan bile daha aşağı durumdayız!

 

Kıyametin yaklaşmasına doğru iyilik terk edilecek ve emredilmeyecek, kötülük yapılacak ve engellenmeyecek.

[Ölüm-Kıyamet ve Diriliş, sayfa 480]

 

İyilik terk edilecek ve emredilmeyecek! İyilik edenler kötülük buluyor değil mi? Kardeşin kardeşe yaptığını düşman yapmıyor!

 

Kötülük işlenecek ve engellenmeyecek! Kötü yolda olanlara ya da kötü yola sapanlara doğruları anlatmaktan kaçınıyoruz. “Bana ne ya, bana dokunmayan yılan bin yaşasın?” diyoruz. “Bir şey desek, ya ters tepki verirse” diyoruz. “Ya başımıza bela olursa” diyoruz. “Her koyun kendi bacağından asılır” diyoruz. Herkesin yaptığı kendine, herkes istediğini yapmakta özgür diyoruz. Özgür bir dünyada yaşadığımızı söylüyoruz!

 

Aleyhisselatu Vesselam Efendimiz; “İyiliği emretmediğinizde, kötülükten menetmediğinizde haliniz ne olur?” diye sordu? Yanında ki ashabı “Yani bu olacak mı?” dediler. “Evet, hatta daha beteri!” buyurdular. Ve sormaya devam ettiler: “Kötülüğü emredip, iyiliği yasakladığınız zaman haliniz ne olur?” [yanında bulunanlar iyice hayrete düşerek]: “Ey ALLAH’ın Resulü! Bu mutlaka olacak mı?” dediler. ”Evet, hatta daha da beteri!” buyurdular ve devam ettiler: “İyiliği kötülük, kötülüğü de iyilik saydığınız zaman haliniz ne olur?” [yanındaki ashab]: “Ey ALLAH’ın Resulü! Bu mutlaka olacak mı?” diye sordular. “Evet, olacak!” buyurdular.

[Ebu Ya’la, Müsned; İmam Tabarani, El-Mu’cemu’l-Evsat; Heysemi, Mecma’u’z-Zevaid]

 

“İyiliği emretmediğinizde, kötülükten menetmediğinizde!” Bırakın tanımadıklarımızı tanıdıklarımızı bile yanlış bir şey yaptıklarında uyarmıyoruz! “Aramız bozulur” diyoruz. Sevdiğimiz arkadaşlarımızın yaptığı yanlışlara ortak oluyoruz. Birçoğunu da beraber yapıyoruz. Tek olduğumuz zamanlarda ben yalnızım deyip duruyoruz ama arkadaşlarımızın, tanıdıklarımızın yanında; onların yaptığı -gerçekte yanlış olan- bir şeyi açıkladığımızda onlarla aramızın bozularak yalnız kalacağımızı, onları kaybedeceğimizi düşünüyoruz.

 

“Kötülüğü emredip, iyiliği yasakladığınız zaman! İyiliği kötülük, kötülüğü de iyilik saydığınız zaman!” İyi olan, doğru olan şeylerin birçoğu yasaklanmış değil mi bu dünyada? Ama bazıları Müslümanlık iddiasında, bazıları da inanç özgürlüğünden yana bu dünyada! Neyin iyi, neyin doğru olduğunu bilmiyoruz aslında! Doğruları yanlış sayıyoruz, yanlışları doğru sayıyoruz! İşimize nasıl gelirse! Herkesin kendi doğruları var! Herkes nefsinin isteklerine göre kararlar koymuş kendine! Herkes kendi bildiğini okumaya, kendi bildiğini yapmaya, çevresindekilere de kendi bildiğini yaptırmaya çalışıyor! Ama kimsenin gerçek doğrulardan haberi bile yok!

 

Kişinin helaki ebeveyninin elinde, o yoksa karısının elinde, o da yoksa akrabasının elinde olacak. Onu geçim sıkıntısı yüzünden ayıplayacaklar, takat getiremediği işlere sürecekler. Sonunda o dayanamayarak karanlık ve tehlikeli işleri yapacak ve helak olup gidecek.

[Ebu Naim; Geleceğin Tarihi 1, sayfa 29]

 

“Kişinin helaki ebeveyninin elinde olacak!” Anne-babamızı örnek alarak büyüyoruz çocukluğumuzda. Daha sonra çevremizdekileri örnek alarak büyüyoruz. Ailemiz bizim iyiliğimizi düşündüğü için bizi çeşitli yollara yönlendirmeye çalışıyor! Dünya ilimlerine yönelip, dünyalığa sahip olabilmemiz için bize baskı kuruyorlar! “Üniversiteyi kazanamazsan şöyle olur. Bu işi başaramazsan böyle olur” diye! Dini ilimlere yönelmiyoruz ama! Yönelenlerimizde, bu sistemin izin verdiği konulardaki bilgileri öğrenebiliyor.

 

“O yoksa karısının elinde olacak!”

Kadınlar “Herkes yapıyor, biz niye yapmıyoruz? Falanın şunu var, bizim neden yok? Saçımı uğruna süpürge ediyorum ama sen benim rahatımı bile düşünmüyorsun. Şu günde şunu isterim, bu günde bunu isterim. Yoksa karışmam.” Vs. diyorlar değil mi sürekli? Kukla olmuşuz kadınların elinde. Kukla. Lafta evin reisi erkektir ama! Kadınlar her istediklerini ama öyle ama böyle yaptırıyorlar. Rahat yaşayabilmek için çok kazanmamızı istiyorlar! Zevk ve sefa sürmek istiyorlar! Her şeye bir kulp, bir çare buluyorlar. Timsah gözyaşları döküyorlar kimi zaman! “Bu eve geldiğimden beri gün yüzü görmedim. Hep çile çektim. Ben annemin evine gidiyorum. Boşanmak istiyorum.” Vs. diyorlar.

 

“O da yoksa akrabasının elinde olacak!” Akrabalarımız. Özellikle yaşça büyük akrabalarımız. Bazılarını kendimize örnek aldığımız akrabalarımız. Durumu iyi olanlar gibi olabilmek için, özendiğimiz akrabalarımız! Durumu iyi olmayan akrabalarımızı, kendimize yük görüp uzaklaştığımız akrabalarımız! Her şeyimize karışan ve bizi yönlendirmeye çalışan akrabalarımız!

 

“Onu geçim sıkıntısı yüzünden ayıplayacaklar, takat getiremediği işlere sürecekler. Sonunda o dayanamayarak karanlık ve tehlikeli işleri yapacak ve helak olup gidecek!” Dini ölçüleri, dini hususları, dinin yasaklarını bırakıp sadece para kazanabilmek için çalışacak! Para gelsin yeter!

 

İnsanlar üzerine aldatıcı seneler gelecek. O senelerde haine itimat edilecek, doğru kişi hain sayılacak.

[Ölüm-Kıyamet ve Diriliş, sayfa 476]

 

Kimin hain, kimin doğru olduğunu bile bilmiyoruz! İhanet edenleri bize doğru gibi gösteriyorlar! Süslüyorlar, bu kişi doğru diyorlar! Doğru kişilere ise hain damgası vuruyorlar! İnsanlara en çok zarar veren hainler baş tacı ediliyor! İnsanlara doğruları anlatmak isteyenler, bu yolda çalışanlar vatan hainliğiyle suçlanıyor! Doğru dediğimiz, doğru bildiğimiz hainlerin yaptıkları çorap söküğü gibi ortaya da çıksa umursamıyoruz artık! Kapatmışız gözlerimizi! “Bu doğruydu, doğrudur” diyoruz. “Herkes yapıyor zaten, yapmayan yok ki! ‘Helal olsun’ diyoruz” birde!

 

Kötülerin çoğaldıkça çoğalması, yalancıların doğru kabul edilmesi kıyamet alametlerindendir.

[Beyhaki, İbn-i Neccar; Son Zamanlarla İlgili Hadisler, sayfa 107]

 

Yalancılar! En çok yalan söyleyen siyasetçiler! Başa gelebilmek için her türlü yalanı söyleyip, dalavere çeviren; halktan oy toplayabilmek için halka çeşitli şeyler dağıtanlar! Herkes yalancı olmuş artık! Yalan söylendiği zaman, bu yalanı duyan doğrusunu bilmiyorsa doğru olarak kabul ediyor bu yalanı artık!

 

Dünyada alçak oğlu alçak kimseler insanların en mutlusu oluncaya kadar kıyamet kopmayacaktır.

 [İmam Tirmizi, Fiten, sayfa 37]

 

Bu dünyanın %90’nın; daha da zengin etmek için, zevk ve sefa sürebilmeleri için, bu halkı biraz daha sömürebilmeleri için; alçak oğlu alçakları baş tacı ederek, onlar için çalıştıkları %10’luk kaymak tabaka varya! Sanatçılar, milletvekilleri, işadamları, gazeteciler!

 

Yalancının doğrulanması, doğrunun yalanlanması kıyamet alametlerindendir.

[Kıyamet Alametleri, sayfa 137]

 

Bize olayların iç yüzünü anlatmıyorlar hiçbir zaman! Her şeye bir kılıf uyduruyorlar. Medya onların ellerinde, nasıl istiyorlarsa öyle gösteriyorlar!

 

Hazreti Ali Kerremullahi Vechehü ‘den rivayete göre; Aleyhisselatu Vesselam şöyle demiştir: ALLAH Rasulü Aleyhisselatü Vesselam cenazede idi: “Hanginiz yolda kırılmadık bir put, yerle bir kılınmadık bir kabir, bozulmadık bir resim bırakmadan Medine’ye gider?” diye sordu. Bir adam: “Ben, ey ALLAH’ın Rasulü!” diye cevap verdi. Ali Kerremullahi Vechehü dedi ki: Medineliler korktu. Adam yola koyuldu. Bir süre sonra dönüp: “Ey ALLAH’ın Rasulü, kırılmadık put, yerle bir edilmedik kabir, bozulmadık resim bırakmadım.” dedi. Sonra Aleyhisselatu Vesselam şöyle buyurdu: “Kim bu sanatlardan birine tekrar dönerse, o kimse Muhammed’e indirilene küfretmiştir.”

[Ahmed bin Hanbel; Fıkhu’s-Sunne, Seyyid Sabık]

 

Muhammed’e indirilene küfretmek, yani Aleyhisselatu Vesselam’a indirilene küfretmek. ALLAH kitabına küfretmek! Kutsal kitabımız Kuran’a küfretmek!

 

Resimlerin hareketli hali olan çağımızın en büyük hamamı olan televizyonlar da gördüklerimize, duyduklarımıza inanıyoruz hep! Göz gördüğüne inanıyor! Kulak duyduğuna inanıyor! Her sayfasında resimlerin basıldığı, üstüne açık saçık ahlak dışı resimlerin yayınlandığı gazetelerde okuduklarımıza inanıyoruz! Kuran’a küfrederek izlediğimiz televizyonlar ve binlerce resimlerin bulunduğu bu sistemin elinde bulunan gazetelerin bize anlattıklarına inanıyoruz!

 

Yalancı doğru kabul edilecek ve doğru söyleyen ise, yalancı ilan edilecektir. Haine güvenilecek ve güvenilir olana ise, hain muamelesi yapılacaktır. İşte o zaman yalan yaygınlaşacak.

[Feraidu Fevaidi’l fikr fi’l İmam El-Mehdi El-Muntazar]

 

Kıyametin önü sıra hilekâr seneler vardır. O zamanlarda emin adamlar suçlanır, haine güvenilir. Ve emin susturulur. Yalancıya emin gözüyle bakılır.

[İbn-i Asakir; Geleceğin Tarihi 1, sayfa 40]

 

Emin, yani doğru olanlar susturuluyor! Biraz sesi çıkan faili meçhul cinayetlere kurban gidiyor! İş yerlerinde hakkını savunan, işçinin hakkını savunan işten çıkartılıyor!

 

İş ehil olmayana verilince, artık kıyameti bekle!

[Zebidi, Tecrid-i Sarih,12/201]

 

Ehil olmayanın malik olması, yaramayanın makama getirilmesi, yarayanın saf dışı edilmesi de kıyamet alametlerindendir.

[Naim bin Hammad; Geleceğin Tarihi 1, sayfa 41]

 

İş yerlerinde hiçbir şeyden doğru dürüst anlamadığı halde patronun, yöneticilerden birinin, amirin, şefin akrabası, yakını, tanıdığı olduğu için makama getirilenler! Devlet yönetiminden zerre kadar haberi olmadığı halde, dini hiçbir hükmün uygulanmadığı halde, dini hiçbir hükmü bilmediği halde başa getirdiklerimiz! Torpille makama getirilenler! Halkın gözünü boyamak için medyanın güzel gösterdiği yöneticiler!

 

İyi insanlar birer birer gidecek, geriye arpa ve hurmanın yaramazı gibi yaramaz insanlar kalacaktır.

[Kıyamet Alametleri, sayfa 137]

 

Güvenilir kimse kalmadı artık! Öz babanın çocuğuna yaptıkları, çocukların öz babasına yaptıkları, en yakın akrabaların birbirlerine yaptıklarını düşmanları yapmıyor. İyi olan davranışlar ayıplanıyor, kötü olan davranışlar yapılıyor. Kişi kendi gölgesinden bile korkuyor artık! İnsan kendine bile güvenemiyor bu zamanda!

 

Hz. Huzeyfe Radıyallahu Anh’ın anlattığına göre, Aleyhisselatu Vesselam Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Ey Huzeyfe! O günde insanlar dinden çıkmak üzere olacaklardır. Namaz da kılmayacaklardır.

[Ukayli, En-Necmu’s-Sakıb fi Beyanı Enne’l Mehdi Min Evladı Ali Bin Ebi Talib Ale’t Temam Ve’l Kamal]

 

Kıyamet alametlerinden biri, namazın terk edilmesidir. Ya Selman! İşte o zaman dinsizliğin en fenası ve günahların en kötüsü meydana gelecektir! İnsanlar namazı terk edecekler ve şehvetlerine tabi olacaklar!

[Feraidu Fevaidi’l Fikr Fi’l İmam El-Mehdi El Muntazar]

 

Birçoğumuz namaz kılmıyoruz! Okuduklarımızı anlayamıyoruz! Anlamadığımız için huzurla dolmuyor içimiz! İş, güç koşuşturma. Dersler. Eğlenmek için yapılan aktiviteler. Hayat yaşamak için güzel ama zaman az. Arayışımızı bulamadığımız için kılmıyor bazılarımız da.

 

Canımız ne isterse, gözümüze ne hoş gelirse onu yapıyoruz, onu yapmak istiyoruz. İlgimizi çeken bir program, film yayınlanan televizyonlara saatlerce bakarız, şeytanın ezanlarını saatlerce dinleriz. Gözlerimiz, kulaklarımız, ellerimiz, ayaklarımız zina eder. Günah üstüne günah işliyoruz ama farkında değiliz. Farkında olanlarımızda boş vermiş artık. Herkesi kendi haline bırakmışız.

 

“Bir daha mı geleceğiz bu dünyaya? Yapmak istediklerimizi yaparak, bari bu dünyada mutlu olalım.” diyor bazılarımızda! Çok gelmek isteyeceğiz biliyor musunuz? Yalvaracağız! Cehennem ateşinin içinde azap görürken yalvaracağız. Başımızdan aşağı dökülecek kaynar suların, bütün iç organlarımızı eritmesi sonucu oluşacak olan irinler bizlere içirilirken yalvaracağız! Dünyaya geri dönmek isteyeceğiz! Ama bizi geri göndermeyecekler! “Dünyada iken bir daha mı gelcez dünyaya?” diyerek işlemediğiniz günah kalmadı buyuracaklar bizlere! Cayır cayır yakacaklar!

 

İnsanlar öyle bir zamanla karşı karşıya kalacaklar ki, namaz terk edilecek, yapılar uzanacak, yemin ve lanetlemeler çok olacak, rüşvet ve zina alabildiğine yayılacak, ahiret dünyaya değişilecek.

 [Kıyamet Alametleri, sayfa 157]

 

Gökdelenler, apartmanlar, binalar alabildiğince yükseliyor. Yalan bir konuda bile olsa, haklı çıkabilmek için yeminler ediyoruz kimi zaman ya da dünyevi bir konu hakkında yeminler ediyoruz! Filmler de, radyolar da seslendirme, canlandırma yapılan yerlerde, sürekli yeminli kelimeler kullanılıyor. Herkese, her şeye lanet okuyoruz. Hiçbir şey olmadığı halde hatıraları canlandıran şeytanın ezanları olan şarkı sözlerinde geçen kelimelerle, elimize diken batsa bağırmalarla, canımız sıkılsa öf demelerle, of demelerle; kızdığımız zaman küfürlerle, sövmelerle, … Kadere, çevremizdekilere isyan edip her şeyi lanetliyoruz! “Olmuyor! Neden olmuyor? ALLAH belanı versin!” demeler. “Lanet Olsun” demeler!

 

Aleyhisselatu Vesselam Efendimiz: “Bilerek namazını terk eden [namazını kılmayan], kâfir olur.” buyurmuştur.

[İhyau Ulumiddin, Rubul İbadat, İmam Gazali, sayfa 400]

 

Beş vakit namazını kılmayan kâfirdir.

[Ahmed bin Hanbel]

 

“Beş vakit namazını kılmayan kâfirdir.” Ama bizim dilimizde müslümanlık var! Müslümanlık sadece dilimizde var! Kalbimizde yok! “LA iLAHE iLLALLAH” diyor ama Müslüman olduğunu iddia edenler! Sadece dille! Kalp diliyle diyenimiz yok!

 

Kıyamet gününde kulun ilk bakılacak ameli namazdır. Eğer namazı tamam bulunursa hem namazı ve hem de diğer amelleri kabul olunur. Eğer namazında noksanlığı var ise namazı da, diğer amelleri de reddedilir.

[İhyau Ulumiddin, Rubul İbadat, İmam Gazali, sayfa 401]

 

Çalışmak İbadetmiş! Namaza Lüzum yokmuş! Lafa bak!

 

Müslüman, Kuran’ın tamamına ve sahih hadislerle haber verilen bütün gerçeklere tereddütsüz iman eden insan demektir! Kuran’ın bazı ayetlerini kabul ederim, bazı ayetlerini kabul etmem şeklindeki bir inanca sahip olan insan kâfirdir! Kuran’daki hükümlerin bazısını kabul ederim, bazısını kabul etmem gibi bir inanış yine insanı bütün Kuran’ı inkâr etmiş gibi bir hale sürükler. Bundan dolayı İslam’ı bütün olarak ele almak lazım. İbadetleri, ahkâmı, inancı ve ilahi emirlerin tamamını bütün olarak ele almak, hiçbirisini diğerinden ayırmamak, hepsinin birer hüküm olduğuna ve bu hükümlerinde ALLAH’tan gelen birer hüküm halinde tecelli ettiğine iman etmek lazım! Müslümanlar arasında bir zihniyet var. Bütün İslam Âlemi’ne yayılmış olmakla beraber, en korkunç şekliyle Türkiye’de meydana geliyor.

 

Bir düşünce! “Efendim, çalışmak ibadettir.”

İnsanlar çalışmak ibadettir diye, bir sözün arkasına gizleniyor! “Ben çalışıyorum ya; daire de memurum, garnizon da subayım/astsubayım, okul da öğretmenim/öğrenciyim, devlet makamıyım, milletvekiliyim,… Çalışıyorum, bir masanın başında bir dairede mesai içindeyim, çalışıyorum, işte bu ibadet değil midir?” diyor. “Benim bu çalışmam; garnizon da askerlere eğitim yaptırmam, subay ve astsubay olarak eğitim yaptırmam bir ibadet değil midir? Bir devlet dairesinde masa başında vatandaşların işlerini görüyorum, çalışıyorum bu ibadet değil midir? Fabrikada işçiyim, tezgâh başında çalışıyorum; bu ibadet değil midir? İbadettir. Öyleyse namaza, oruca lüzum yok, en büyük ibadet çalışmaktır” diyor adam. Ve böylece namazı inkâr ediyor! İslam’ın temelini, esasını inkâr etmiş oluyor!

 

Türkiye Radyo Televizyon Kurumu’nda[TRT] teşkilatın bünyesinde geçmiş bir ramazan ayında, ramazan programını hiç kimseye danışmadan; hiçbir din hocasına, hiçbir din öğretmenine, hiçbir dini otoriteye danışmadan, tamamen kendi kafasından, kendi hayaliyle, kendi bildiklerine göre ramazan programı hazırlamakla görevli bir adam aynen şöyle bir açıklama yaptı. Aynen şöyle söylüyor adam televizyon da: “Ben namaz kılmam, namazın önemine de inanmam. En iyi ibadet çalışmaktır. Çalışıyorum ya, namaza, duaya hiç lüzum yoktur” diyor. Ve bunu bütün Türkiye’ye yayıyor adam. Evet, namaz kılmadığını söylüyor, televizyon için ramazan ayı boyunca dini programlar hazırlıyor ve bir ilahiyatçı olarak; “Ben namaz kılmam, benim ibadetim çalışmaktır” diyor. Ve namaz kılmayı yobazlık sayıyor. Namaz kılmamakla övünüyor. Ve böyle bir adam, Türkiye’nin devlet kanalında ramazan programını hazırlamakla görevlendiriliyor. Ve bu programı Türkiye’deki insanlara takdim ediyor. Ve bu programı hazırlayan adam; namaz kılmamakla iftihar ediyor, namaz kılanlara yobaz diye hitap ediyor. Hala 21. asra ayak bastık, hala Türkiye’de namaz kılmamak bir şöhret oluyor. Namaz kılmayan bir memur derhal amir mevkiine getiriliyor. Namaz kılmayı yobazlık olarak gören bir adam rütbe alıyor, sicil alıyor, maaşı büyüyor, genişliyor ve alaka, ilgi görüyor. Düşünebiliyor musunuz? İbadet bakımından yanlış değerlendirmelerin ve zihniyetlerin sonucu namaz kılmayı kabul etmeyen, namazın önemini kabul etmeyen, ALLAH’a kulluk vazifesini kabul etmeyen bir adam hala Türkiye’de rağbet görüyor, büyük makamlara getiriliyor. Türkiye’yi anlayın yani. KURAN çalışmayı teşvik ediyor. Bismillahirrahmairrahiym. Ve el leyse lil insani illa ma sea. Sadakallahül-Aziym. [Necm Suresi, 39.ayet] Kuran “İnsan için sair gayretinden ve çalışmasından başka bir şey yoktur.” diyor. Çalışmayı en fazla islamiyet teşvik ediyor. Ama ben daire de çalışıyorum, garnizon da subay/astsubayım diye namazı terkedemezsin! Ve namaz ibadetini inkâr edemezsin! Bu hileyi anlayalım bakalım. Öyle midir, değil midir? Şimdi Kuran’a dönüyoruz. Bakın ALLAH aşkına! Namazın önemini ortaya koyan Kuran’a bakın. Nisa suresinin 100. ayetinde bizzat ALLAH [c.c.]Hz. MUHAMMED Aleyhisselatu Vesselam’a; O’nun şahsında kıyamete kadar gelecek olan bütün ümmeti Muhammed’e şöyle hitap ediyor. ALLAHU EKBER! Buyuruyor ki;  Bismillahirrahmanirrahiym. Ve iza künte fıhim fe ekamte lehümüs salate. Sadakallahül-Aziym. ”Ey Habib-i Zişanım, MUHAMMED MUSTAFAM! Sen Müslümanların arasında bulunduğun zaman bir namaz vaktinin geçmesi halinde, Müslümanlara namaz kıldıracağın zaman! “feltekum taifetüm minhüm meake vel ye'huzu eslihatehümv” bu ayet-i kerimeler bir savaş halinde, karşınızda düşman var; size kurşun yağdırıyor, size bombardıman ediyor, size ok yağdırıyor, taş atıyor. Karşınızda düşman birlikleri olduğu zaman nasıl namaz kılacağımızı ifade ediyor ayet-i kerime de. Bir savaş alanındasınız! Karşınızda düşman birlikleri var, sizde mevzilerdesiniz. Zaman zaman ateş ediyorsunuz, ateş ediyorlar; tam manasıyla savaşıyorsunuz! Bir vatanın savunması, bir memleketin korunması için savaşıyorsunuz! O esnada bile hiçbir Müslüman namazını terk edemez! “Habibim sakın namazı terk etmeyin; hepinizi imha ederim diyor ALLAH [c.c.]. Namaz, savaş esnasında bile terk edilemez! Böyle bir savaş esnasında; “Ey Rasulüm, Habibim, sen onlara namaz kıldıracağın zaman; o askerleri, Müslüman askerleri ikiye ayır” buyuruyor. “İki sınıfa ayır. “feltekum taifetüm minhüm meake vel ye'huzu eslihatehümv”.. “esliha” silahlar demek, silahlar! Silahlarını yanlarına alsınlar. Bir grup asker düşmanla çarpışmaya devam etsinler. Bir grup asker geriye çekilip “ALLAHU EKBER” diye tekbir alıp namaza dursunlar” diyor. Ayet-i kerime. Birinci rekâtı kıldır onlara, secdeyi yapsınlar. Secdeden kalkar kalkmaz; o bir rekât namazı kılan askerler savaş meydanına, cepheye gitsinler. Daha evvel cephe de savaşanlar gelip imama uyup 2. rekâtı devam ettirsinler” diyor. 2. rekâtı kılanlar secdeyi yapar yapmaz hemen koşsunlar, birinci rekâtı kılıp da cepheye gidenlerin yanına gitsinler. Onlar dönüp gelsin 2. rekâtı tamamlasınlar” diyor. İki rekât tamamlandı ya “Ve onlar selam verir vermez, cepheye koşsunlar, o ikinci rekâtı kılıp da, birinci rekâtı kılamayanlar geriye gelsinler, onlar da namazı tamamlasınlar. Cephede, kurşun yağmuru altında dahi sakın namazınızı terk etmeyin, sizi cehenneme ebedi hapsederim” diyor ALLAH [c.c.]! Namaz terk edilir mi? Ben çalışıyorum, namaza ne lüzum var denir mi? Kâfir oğlu kâfirler! Nasıl da ibadeti inkâr ediyorlar! Ve bunlar Türkiye’de rağbet görüyor. Bunlara maaş veriliyor. Bunlara makam veriliyor. Bunlara hiçbir kıymet verilmemesi gerekirken; bunlara maaş veriliyor, bunlara rağbet ediliyor. Böyle memleket mi olur? Müslümanların namazını inkâr eden bir adamın Müslümanlık iddia etmesi boştur! Fıkıh kitaplarında geçer. “Bir gemidesiniz, İlahi takdir icabı gemi parçalandı ve herkes battı. O gemideki yolculardan bir Müslüman ALLAH’ın lütfuyla kurtuldu. Nasıl kurtuldu? Bir can simidine yapıştı yahut geniş bir tahtaya sarıldı. Tahtanın üzerinde, denizin ortasında dalgalana dalgalana duruyor. Batmamış. O anda güneşe bakacak, öğle namazı mı ikindi mi? akşam mı? Ne ise namaz vakti geçiyor olsa; o tahtanın üzerinde ima ile namazını kılacak! “Gemi battı, denizdeyim, kimsesizim” diye namazı vaktinden çıkaramaz, bile bile namazı terk ederse, mutlaka cehennemliktir” demişler. O esnada bile. ALLAH’ın huzurundan bir an bile ayrılamazsın! Namaz vakitlerini hiçbir idareye, hiçbir memuriyete, hiçbir kanuna, nizama hiç kimse namazını feda edemez! İslam inancına göre ancak %100 ölüm tehlikesi halinde Cum”a namazına gitmeyebilirsiniz! %100 ölüm tehlikesi olması gerekiyor! Kurşunlanacaksınız, hürriyetiniz kısıtlanıyor. Böyle ölüm tehlikesi olmadan başka bir engel, mecburiyet olmadan üst üste 3 defa Cum”a namazını kılmak için camiye –Müslümanların arasına- katılmayan bir müslüman; derhal müminler defterinden silinir, münafıklar defterine yazılır” diyor Resulullah Aleyhisselatu Vesselam! Hiçbir zaruret yoktur Cum”a’yı terketmek için. Ölüm müstesna! Ve üst üste 3 defa art arda, peş peşe Cum”a namazını kılmaya gelmeyen bir amirin, bir memurun, bir Müslümanın cenaze namazı kılınmaz diyen İslam âlimleri vardır! Bu kadar mühim bir ibadet! Bir Hıristiyan Pazar günü hiçbir endişesi olmadan, Hıristiyan tüccar, Hıristiyan esnaf, Hıristiyan memur, amir, şirket sahibi, patron,… Bütün Hıristiyanlar Türkiye’de Pazar günü rahat rahat kiliseye gidebilirler. İbadet edebilirler. Gözleri arkada kalmaz. Müşteri kaybetmezler. Geri kalmazlar. Tam bir hürriyet içinde Pazar günü kiliseye gidebilirler de Cuma günü Müslümanlar, amirler, memurlar niçin rahatça Cum”a namazını kılmaya gidemezler? Çünkü Müslümanlık Türkiye’de kısıtlanıyor! İyi anlamak lazım! Çalışmak ibadetmiş, namaza lüzum yokmuş. Lafa bak! Bunu telkin ediyorlar. Bu inancı taşıyanlar rağbet ve alaka görüyor. Böyle şey olur mu?

Günde 5 defa namaz emredilmiştir! Kimse bunu değiştiremez! Bütün dünyanın cumhurbaşkanları, bütün dünyanın profesörleri, bütün dünyanın papazları bir araya gelse; “5 vakti 3 vakte indirelim” deseler hepsini inkâr ederiz! DEĞİŞTİREMEZ! Bismillahirrahmanirrahiym. Ve len tecide li sünnetillahi tebdila. Sadakallahül-Aziym.

[Fetih Suresi, 23. ayet].

ALLAH’ın koyduğu bu kanunları, bu emirleri kimse değiştiremez!

 

Gelelim namaz kılanlarımıza!

 

Hazreti Ali Kerremullahi Vechehü ‘den rivayete göre; Aleyhisselatu Vesselam şöyle demiştir: ALLAH Rasulü Aleyhisselatü Vesselam cenazede idi: “Hanginiz yolda kırılmadık bir put, yerle bir kılınmadık bir kabir, bozulmadık bir resim bırakmadan Medine’ye gider?” diye sordu. Bir adam: “Ben, ey ALLAH’ın Rasulü!” diye cevap verdi. Ali Kerremullahi Vechehü dedi ki: Medineliler korktu. Adam yola koyuldu. Bir süre sonra dönüp: “Ey ALLAH’ın Rasulü, kırılmadık put, yerle bir edilmedik kabir, bozulmadık resim bırakmadım.” dedi. Sonra Aleyhisselatu Vesselam şöyle buyurdu: “Kim bu sanatlardan birine tekrar dönerse, o kimse Muhammed’e indirilene küfretmiştir.” 

[Ahmed bin Hanbel; Fıkhu’s-Sunne, Seyyid Sabık]

 

Muhammed’e indirilene küfretmek, yani Aleyhisselatu Vesselam’a indirilene küfretmek. ALLAH’ın kitabına, kutsal kitabımız Kuran’a küfretmek!

 

Resimlerin hareketli hali olan çağımızın en büyük hamamı olan, zina, sihir, şeytanın ezanlarını içinde barındıran, Kuran’a küfrederek izlediğimiz televizyonların bulunduğu evler! Parçalamamız, yırtıp atmamız gerekirken, namaz kılarken başka bir odada kıldığımız ya da ters çevirdiğimiz resimler! Kimimiz de “kapalı olduğu zaman bir şey olmaz” diyoruz. Kimimiz de umursamıyoruz! Bilmiyoruz çünkü! Araştırmıyoruz! Dinin hükümlerini öğrenip, yerine getirmek zor geliyor nefsimize! Kendi elimizle aldığımız televizyonların, kendi çektiğimiz resimlerin; albümlerde sakladığımız resimlerin olduğu evlerde kıldığımız namazlar! Muhammed’e indirilene, Aleyhisselatu Vesselam Efendimiz’e indirilene, ALLAH’ın kitabına, kutsal kitabımız Kuran’a küfretmek pahasına bulundurduğumuz televizyon ve resimlerin olduğu evlerde yaptığımız ibadetler! Üstüne namaz kılarken, gözümüzün televizyona kayması, televizyonun olmadığı yerde kılıyorsak; namaz esnasında; ALLAH’ın huzurunda iken aklımıza gelen dünyalık konular. Namaz esnasında aklımıza gelen dünyevi işler.

 

“Resimli Namaz Hocası” kitapları var! Namazın kılınışını resimli anlatan namaz kitapları var.

 

Bir de video ve fotoğrafların bulunduğu, artık herkesin kendisinin de video, fotoğraf çekebildiği cep telefonlarıyla camilere gidip namaz kılınıyor! Ama kapalılar değil mi? Bütün resimleri parçalamamız gerekirken, kendi ellerimizle çektiğimiz resimlerin olduğu yerlerde Kuran’a küfrederek namaz kılıyoruz!

 

Yazık! Yazık bize. İşlemediğimiz günah kalmıyor, ibadet etmeye çalıştığımız yerleri bile hamamlara çevirmişiz! ALLAH’ın evini; dinimizin ibadet yeri olan camileri bile hamam haline getirmişiz! Resim ve suret, fotoğraf bulunan, hayvan şekilleri bulunan kıyafetleri giyiyoruz üstelik!

 

Ama biz Müslümanız değil mi? Müslümanız?

 

Bismillahirrahmanirrahiym. (Sana şu talîmatı verdik): Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et. Eğer (hükümden) yüz çevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister. İnsanların birçoğu da zaten yoldan çıkmışlardır. Sadakallahül-Azıym.

[Maide Suresi, 49. ayet]

 

Vah sizlere! Üzerinizde İslam’ın yalnızca ismi var, bu isim müslümanlığı size fayda vermez.

[Abdülkadir Geylani-Fethur Rabbani]

 

Vah bizlere! Vah bizlere! Sadece dilde kalıp, geriye kalan her şeyde Kuran’a bile küfrettiğimiz yaptıklarımızla! Vay bizim halimize!

 

Kıyamet gününde kulun ilk bakılacak ameli namazdır. Eğer namazı tamam bulunursa hem namazı ve hem de diğer amelleri kabul olunur. Eğer namazında noksanlığı var ise namazı da, diğer amelleri de reddedilir.

[İhyau Ulumiddin, Rubul İbadat, İmam Gazali, sayfa 401]

 

Cehennem bizleri bekliyor millet. Cehennem bizleri bekliyor. Bir kibrit çöpünün alevine dayanamadığımız halde, dünya ateşine 69 kat üstün kılınan cehennem ateşi bizi bekliyor millet! Bizleri bekliyor! Biz münafıkları, biz kâfirleri, biz müşrikleri, bir putperestleri, biz şeytan perestleri bekliyor cehennem! Bizi bekliyor cehennem! Bizi bekliyor!

 

Zengine itibar edilip kendinden daha üstün kişiler ona ayağa kalktıklarında ve ona selam verdiklerinde kıyamet yaklaşmış demektir!

[Ölüm-Kıyamet ve Diriliş, sayfa 480-481]

 

Dünya fakir ve zengin döngüsüne göre işliyor artık. Zenginler ve makam sahipleri haksız olsalar dahi haklı çıkıyor, haklı çıkartılıyor. Onlar güçlüler çünkü. Milletvekilleri, işadamları, patronlar, zenginler, …  Ülkeleri, insanları sömürüyorlar!

 

Kalpler birbirine yabancı olmadan, sözler birbirinden ayrılmadan, ana-baba bir, öz kardeşler farklı dinlerden olmadan kıyamet kopmaz.

[Deylemi; Geleceğin Tarihi 1, sayfa 32]

 

Kalpler birbirinden nefret etmedikçe, fikirler ayrılmadıkça, öz kardeşler dinde ayrılığa düşmedikçe kıyamet kopmaz.

[Kıyamet Alametleri, sayfa 142-143]

 

“Kalpler birbirine yabancı olmadan!” Sevdiklerimizle bile, düşüncelerimiz çakışıyor. Herkesin kendine göre doğruları var çünkü! Nefret ediyoruz herkesten, herşeyden! Moralimiz bozuk olduğu, üzgün olduğumuz, hayatta istediğimiz şekilde olmayan bitmeyen isteklerimiz yüzünden kendimizden bile nefret ediyoruz. Aynı beden içinde aklımız, fikrimiz, beynimiz, ruhumuz, nefsimiz, içimizde bulunan şeytanların düşünceleri bile birbiriyle çelişiyor, düşüncelerimiz birbirine karışıyor. İnsan kendini sevmiyor, kendi yaptıklarından nefret ediyor bu zamanda! Başkalarına, ailesine nasıl yabancı olmasın? İnsan kendine bile yabancı bu zamanda! Kendine bile yabancı insan!

 

“Ana-baba bir, öz kardeşler farklı dinlerden olmadan kıyamet kopmaz!” Yaptıklarını gördüğümüzde ne yaptığını anlamadığımız, hangi dine mensup olduğunu bile bilmediğimiz duruma gelmiş insanlar! Din ve vicdan hürriyeti var diyor herkes! Herkes kâfir olmakta ya da Müslümanlığı seçmekte serbest! Herkesin dünya görüşü farklı! Kişi öz anne-babasıyla bile anlaşamıyor bu zamanda!

 

Kıyamet yaklaşınca kişi köpek yavrusu yetiştirecek. Bu iş ona, kendi öz çocuğunu yetiştirmekten daha iyi gelecek.

[İmam Taberani; Hakim]

 

Magazin programlarında çıkıyor ya, biraz daha zengin edebilmek için şeytanın ezanlarını söylerken dinlediğimiz, televizyon hamamlarında boy gösterirken izlediğimiz sanatçılar köpek yavrusu yetiştiriyorlar değil mi? Bu yetiştirdikleri köpeklerle ilişkiye giren kadınlar bile var!

 

Ne üstüne olduğunu bilmeyen; üstüne Müslüman olduğunu iddia eden; gerçekte hiçbir şey üzerine olmayan, Kâfirler dünyamız!

 

Ahir zamanda ümmetim hakkında en çok endişe duyduğum yıldızlara inanmak, kaderi yalanlamak.

[Ramuz-el E-Hadis, 1540. Hadis]

 

Bir adam gelse de falcıya bir şey sorsa, inanmasa bile, kendisinin 40 günlük namazı kabul olmaz.

[Ramuz-el E-Hadis, Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi, 396. sayfa]

 

Bir adam falcıya ya da kâhine gelip “bildi yahu” derse Resulullah’a geleni inkâr etmiş olur.

[Ravi: Hz. Ebu Hüreyre Radıyallahu Anh; Ramuz el-Ehadis, Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi, 396. sayfa]

 

Aleyhisselatu Vesselam Efendimiz’e geleni inkâr etmek! Kuran’ı inkâr etmek!

 

Bir adam bir falcıya ya da kâhine gelse, bir şey sorsa o adamın 40 gün tövbesi kabul olmaz, tevbe etmek nasip olmaz! Falcıya, kâhine inanırsa kâfir olur!

[Ravi: Hz. Vasile Radıyallahu Anh; Ramuz el-Ehadis, Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi, 396. sayfa]

 

“Fala inanma falsız da kalma” diyenler. Tarot falları! İskambil falları! Kahve falları! Her çeşit fal var!

 

Gazetelerde astroloji köşeleri çıkıyor her gün! İnanmadığımızı söylüyoruz ama okuyoruz. Bazılarını da “doğru çıkıyor” diyoruz. Bu köşeyi hazırlayanlar astroloji köşesinde yayınladıkları yazıları bir kutunun içinden çekerek yayınlıyorlar. Birde ‘’nasıl olsa salaklar ne yazsak, ne koysak okuyor’’ diyorlar. Televizyonlar da bile astroloji programları yayınlanıyor, yıldız falları açılıyor! Her tarafta medyumlar, falcılar var!

 

İnsanlar kendi canlarına kıyarlar ve yeryüzünü belalar kaplar.

[Kitabü’n-Nihaye, İbn-i Kesir]

 

Dünya Sağlık Örgütü’nün raporuna göre dünya genelinde her 40 saniyede bir kişi intihar etmektedir.

 

Bismillahirrahmanirrahiym. Ve kendi nefislerinizi öldürmeyin. Sadakallahul-Azıym.

[Nisa Suresi 29. ayet] Bu ayet ile intihar haram kılınmıştır.

 

Cinnet geçirenler ailelerini, sevgilileri öldürdükten sonra kendi canına kıyıyor. İflas eden iş adamları intihar ediyor. Suçlulardan, çıkış noktası kalmayınca yakalanmamak için kendi canlarına kıyanlar bile var!

 

Kişi, kendi kardeşini öldürmedikçe kıyamet kopmaz.

[Kıyamet Alametleri, sayfa 141]

 

1980’li yıllarda Türkiye’de, dış devletlerin, satılmış basın ve yayın organlarının kışkırtması sonucu ortaya çıkartılan sağ-sol çatışmalarında komşu komşuyu, kardeş kardeşi, baba oğlunu öldürdü.

 

Geçenlerde haberlerde çıktı; evlenmesine izin vermediği için gençler öz annelerini öldürdü.

 

Kıyametin yaklaşmasına doğru okur-yazar çoğalır.

[Müslim, Ahmed bin Hanbel; Son Zamanlarla İlgili Hadisler, Sayfa 98, Ramuz el-Ehadis]

 

UNESCO’nun 2003 yılında yayınlanan raporuna göre, dünya nüfusunun %84’ü okur-yazar konumundadır. Dünyevi konularda her türlü kitabı okuyoruz. Hayal ürünü olan romanları, şeytanın okuma kitabı olan şiirleri, dünyevi ilimlere dair ne varsa, hepsini okuyoruz! Ama dini hükümler hiç duymak istemediğimiz konular olduğundan dini kitaplar okumak istemiyoruz!

 

Şu hadiseler meydana gelmedikçe kıyamet kopmayacaktır. Zaman kısalacak ve vasıtalarla mesafeler kısalacak.

[Buhari, Fiten, Sayfa 25; Ahmed bin Hanbel, Müsned, 2/313]

 

“Zaman kısalacak, vasıtalarla mesafeler kısalacak.” Eskiden 90 kilometrelik mesafe üç günde gidilirdi. 90 kilometrelik mesafedeki bir yere 3 günde varılırdı. Şimdi saatte 220-240 kilometre hız yapan arabalar, daha hızlı arabalar, trenler var. 5-6 saatte 500-600 kilometre öteye gidebiliyoruz. Bir de ulaşım araçlarının en gelişmişi olan uçaklar var. Dünyanın bir ucundan diğer ucuna bile kısa bir zamanda gidebiliyoruz artık! Eskiden 90 kilometrelik mesafe 3 günde alınırken, günümüzde dünyanın bir ucundan öbür ucuna gitmek bile 3 gün sürmüyor.

 

Bineğine binmiş olan kimse, Irak[IraQ] ile Mekke arasında yolu şaşırma endişesinden başka hiçbir korku taşımadan seyahat etmedikçe kıyamet kopmaz.

[Müntehab-ı Kenzu’l-Ummal, 2/370/371]

 

Sürekli yaşadığımız bir yerde ki adrese bile giderken, adres soruyoruz. Ama istediğimiz zaman yaşadığımız ülkenin her yerine gidebiliyoruz, hatta yurt dışına bile çıkabiliyoruz. Yaşadığımız yerlerdeki adresleri bilemiyoruz, bilmediğimiz yerlerdeki adresleri nasıl bilelim.

 

Ahir zaman da develere gerek kalmaz.

[Geleceğin Tarihi, sayfa 183]

 

Eskiden ulaşım eşeklerle, atlarla, develerle yapılırdı. Eski zaman da yaşayan insanlar yaşamıyormuş değil mi? Hem hayvanlar arabaların arkasından nal topluyor. Hem araçlar, uçaklar kadar konforlu değiller. Hem ata, deveye, eşeğe binsek gülerler bizlere. “Nerden çıktı bu deli?” diye.

 

Ebu Sa’id Radıyallahu Anh ve Ebu Hüreyre Radıyallahu Anh anlatıyorlar:

Resulullah Aleyhisselatu Vesselam buyurdular ki: “Kıyamet günü kul hesap vermek üzere ilahi huzura getirilir. ALLAH[c.c.] insana:

‘Ben sana kulak, göz, mal ve evlat vermedim mi? Sana hayvanlarla ve çiftçilikle hayatını kazanmanı emretmedim mi? Seni hayvanlara baş olmak, hayvanlardan ve topraktan istifade etmek üzere serbest bırakmadım mı? Acaba, benimle bugünkü şu karşılaşmanı hiç düşündün mü?’ diye soracak. Kul da: ‘Hayır’ diyecek. ALLAH [c.c.]: ‘Öyleyse bugün ben de seni unutacağım, tıpkı senin dünyada beni unuttuğun gibi!’ buyuracak.”

[İmam Tirmizi; Kutub-i Sitte]

 

Topraktan kopmuşuz artık! Sadece dünyaya ve rahata önem veriyoruz. Rahat edebilmek için her şeyin iyisini istiyoruz! “Hep bana, hep bana” diyoruz. Her zaman elimizde olanın daha iyisini istiyoruz!

 

Rüşvetlerin alınması kıyamet alametlerindendir.

[Ölüm-Kıyamet-Ahiret ve Ahir Zaman Alametleri, sayfa 454]

 

Rüşvetsiz iş görülmüyor artık. Torpil yaptırabilmek için, aradan işimizi hallettirebilmek için herkes rüşvet veriyor! Hatta kanunlarda yasak olan bir şeyin yapılabilmesi ve göz yumulması için milletvekillerinden, yöneticilerden, belediye başkanlarından bile rüşvet alanlar var! Seçim zamanlarında oy alabilmek için yardım adı altında; sırf yönetici olabilmek için; hazineden; yani halkın parasından aldıkları ödeneklerle; erzak, kömür, altın dağıtanlar var! Ama bunlar rüşvete girmez değil mi? Ehil olmadıkları halde bu yüzden oy vermek nasıl oluyor peki? Karşılık beklenildiği için bunlarda rüşvettir!

 

Yüksek yüksek binalar inşa edilmedikçe kıyamet kopmaz.

[Ölüm-Kıyamet ve Diriliş, sayfa 468]

 

İnsanlar yüksek binalar yapmada birbiriyle yarışmadan kıyamet kopmayacaktır! [Buhari, Fiten, sayfa 25; Ahmed bin Hanbel, Müsned, 2/313]

 

Binaların gökdelenler haline gelmesi kıyamet alametlerindendir.

[Kıyamet Alametleri, sayfa 146]

 

40 dairelik binalar var değil mi? 500 metre karelik alana dikilen binalarda 40 hane hatta daha fazla aile barındırılıyor. 40 hane olmayan köyler var kırsal kesimlerde. 40 hanelik bir köy 500 metre kare alana inşa edilmiş beton yığınlarında yaşıyor. Her geçen gün daha da yükseliyor binaların yüksekliği. Her geçen gün daha da yükseliyor!

 

Evinden çıkan bir kimse için kapıda bayrak durur. Meleğin elinde bir bayrak, şeytanın elinde bir bayrak! Eğer o adam Allah'ın hoşlanacağı bir iş için gidiyorsa, melek bayrağını açar ve onu takip eder ve o kimse evine dönünceye kadar meleğin bayrağı altında kalmakta devam eder. Eğer hoşlanmayacağı bir iş için çıkarsa, şeytan bayrağını açarak onu takip eder ve o da evine dönünceye kadar şeytanın bayrağı altında kalmakta devam eder.

[Ravi: Hz. Ebu Hureyre Radıyallahu Anh, Ramuz El E-Hadis/Ahmed Ziyâüddin Gümüşhanevî, Sayfa 381]

 

Şeytanlar, bayrakları ile çarşılara giderler. İlk girenle girerler, son çıkanla çıkarlar.

[Ravi: Hz. Ebû Ümâme Radıyallahu Anh, Ramuz El Ehadis/Ahmed Ziyâüddin Gümüşhanevî, Sayfa 101]

 

Çarşılar yakınlaşmadıkça kıyamet kopmaz.

[Mecmeu’z-Zevaid, 7/327]

 

Adım atsak, her yer market, bakkal, büfe, kırtasiye, zücaciye, manifaturacı, mefruşat, mensucat, konfeksiyon, giyim dükkânlarıyla dolu! Artık her şey elimizin altında! Her şeyi hazır alıyoruz. Şehirde yaşıyoruz çünkü! Her şey hazır alınıyor.

 

Topraktan kopmuşuz tamamen! Yediğimiz her şey murdar, bizim deyimimizle mundar. Yediğimiz ekmekler bile mundar. Kimyasal gübreler, ilaçlar kullanarak toprağın doğal özelliğini kaybettirdik bu zamanda. Doğal özelliğini kaybeden topraktan elde ettiğimiz buğdaydan, mısırdan üretilen ekmekler! Bütün gıdalarımız kimyasal gübrelerle, kimyasal ilaçlarla, yani hormonlarla üretiliyor.

 

Yapay gübreleme yapılan bir arazi; her ekim zamanında tekrar gübrelenmezse verimini kaybediyor ve bu yüzden sürekli yapay gübrelerle, ilaçlarla zehirlendikçe zehirleniyor.

 

Hayvanlarımıza bile suni yemler, yapay, doğal olmayan şeyler yediriyoruz. Kesilen hayvanların etlerinde lezzetten eser yok! Ama alışmışız tadına, fark etmiyor bizim için!

 

Sığırlara besi yemi verilir; eti şişsin diye. Tatsız, lezzetsiz kaba et için! Besi yemi nasıl üretilir? 1 kamyon mısır getirtilir, üç kamyon çöp, saman, talaş, ıvır zıvır ne varsa, yapay gübreler eklenilerek üretilir. Üretilirken toprağa atılan yapay gübreler ve ilaçlar yüzünden zaten mısırın yüzde yetmişi yapay! Besi yemleriyle şişirilen hayvanların etinin %16’da 1’i doğal oluyor. %16da 1’i doğal! Murdar oluyor tamamen!

 

Tavuk dükkânları var değil mi? Tavuk satan yerler! Parayı bastır al! Bu kadar tavuk nasıl yetiştiriliyor peki? Standartlara göre yumurtadan çıktıktan 40 gün sonra kesilen yavru civcivler. Suni yemlerle, hormonlarla 40 gün içerisinde o hale getirilen civcivler. İslami usullere göre kesiliyor diyorlar bir de! Hayvan bir kere yapay besinlerle büyütüldüğünden murdar olmuş, üstüne makineye koyuyorlar, kafasını uzatıyorlar, makineler kırt, kırt, her hareketinde bir kafayı kesiyor!

 

Bu kuş gribi olayı çıkartılmadan önce, bu hormon olayını, yapay yemleme olayını öyle ilerletmişlerdi ki; yumurtadan çıkmış yeni civciv; sırf hormonlarla 10 gün içinde marketlerde satılacak boyuta getirilip kesiliyordu. 10 gün içinde. 10 gün.

 

 

Çiftliklerde üretilen yumurtalar. Her yerde satılan yumurtalar. Tavuklar akşam hava kararır kararmaz uyurlar normalde. Gece saatlerinde ışıkların yakılmasıyla sabah olduğunu zanneden tavuklar yemleniyor. Günde iki üç yumurta yumurtlattırıyorlar tavuklara! Metabolizmaları bozuluyor! Zaten hormonlu yemler yediriliyor! Üstüne günde ikişer yumurta alınıyor. Metabolizması bozulan tavuklar, yumurtlamayı kesen tavuklar için kesimhaneler hazır! “kırt, kırt!” kesildikten sonra tavuk marketlerine, tavuk dönercilerine gönderiliyorlar.

 

Bizim içtiğimiz su bile murdar biliyor musunuz? Zehirli atıklarla zehirlediğimiz ve içilemez hale getirdiğimiz sular bile murdar! İlaçlanan, klorlanan, kireçlenen sular! Üstüne birde arıtarak içtiğimiz sular.

 

Yaz sebzeleri, meyveleri; kış sebzeleri, meyveleri diye bir şey kalmadı artık! Gübrelerle, ilaçlarla; yapay yollardan üretildikleri için; yazları kış sebze, meyvelerini, kışları da yaz sebze, meyvelerini bulabiliyoruz! Kısacası istediğimiz zaman istediğimiz her şeyi bulabiliyoruz! Doğal yollardan değil, yapay yollardan üretildikleri için mundar olan sebze meyveleri her zaman bulabiliyoruz.

 

Birde sebzelerin, meyvelerin çürümüşlerinden; gıda boyaları katılarak hazırlanan, kimyasal maddelerle; kiminin bir yıl, kiminin iki yıl son kullanma tarihi olan; yiyecek, içecekler var! Besi yemleriyle, süt yemleriyle beslenen ineklerin;  fabrikalarda, kimyasal maddelerle son kullanma tarihi uzatılan sütler satılıyor her yerde! Bizim her şeyimiz yapay! Her şeyimiz murdar! Midenin çalışma sistemini bozan gazlı içecekler içiyoruz! Öldürücü “aspartam” maddesinin ve üstüne fare kanının karıştığı, böcek suyu olan kolaları içiyor herkes!

 

Sözde Müslüman ülkelerin Avrupa’ya ihraç ettikleri var birde. Sözde Müslüman ülkelerdeki satış fiyatının çok altındaki miktarlara satılıyor bu ürünler. Mesela Şubat 2001 krizinden sonra şeker Türkiye’de 1 milyon 850 bin Türk lirasına satılırken, Avrupa’ya sadece 300 bin liraya satılıyordu. Sınırda kontrol yapan görevlilerin ellerinde bulunan hormon ölçme aletleriyle ölçülen ve hormon miktarı standardın üstündeyse geri çevrilen ürünler var. Örneğin domates; cihazın içine koyuluyor; cihaz domatesi ezip suyunu çıkartıyor ve içindeki hormon miktarını ölçüyor. Standardın üstündeyse yurtdışına çıkış yok. Dön geri! Bu sefer Avrupa’ya satılamayan sebze, meyveler elde kalınca; fiyatları katlayıp satıyorlar Türkiye de yaşayan insanlara. Kimsenin umurunda değil nasıl olsa. Recep Tayyip Erdoğan sağ olsun. Türkiye Avrupa’ya sebze, meyve ihraç ederken, artık her şeyi dışarıdan alıyor!

 

Biz Sözde Müslümanlar Avrupa’nın artıklarını, yemediklerini yiyoruz!

 

Bizim içtiğimiz su, yediğimiz lokma, aldığımız nefes, attığımız adım zarar!

 

“Ama artmakta olan dünya nüfusunun beslenmesi bu yolla sağlanabiliyor değil mi?” Dünyanın kaçta kaçı açlıkla savaşıyor? Bir lokma ekmeği bulamayan milyonlarca insan var! Nefsimize, gözümüze, dilimize hoş gelen yemekleri yiyebilmek için, fazlasını düşünmeden çöpe attığımız, gerçekte kolay ve rahat bir şekilde üretebilmek için suni gübrelerle üretilen ürünlerden yaptığımız yemekleri yiyoruz sürekli!

 

Eskiden kıtlık varmış değil mi? Doğru dürüst bir şey bulamıyorlarmış! Yiyecek çeşitleri sınırlıymış! Eskiler neyin ne olduğunu bizden çok daha iyi biliyorlardı! Neyin haram, neyin helal olduğunu çok iyi biliyorlardı! Esas eskiler yaşıyordu. Atalarımız yaşıyordu. Bizse yaşadığımızı zannediyoruz! Bizler ruhsuz ceset parçalarıyız! Ruhsuz, imansız ceset parçalarıyız!

 

Yediklerimizin içine her şeyi karıştırıyorlar değil mi? Ne olduğunu bile bilmiyoruz! Tat yok! Tuz yok!

 

Tuz yok! Tuz!

 

Uzunluğu 80 kilometre kadar olan Ankara Tuz Gölü’nün genişliği 48 kilometreyi bulur. Geniş bir alanı kapsamasına karşılık çok sığ bir göldür. Dünyanın en tuzlu göllerinden biridir. Litresi, 329 gram gibi çok yüksek oranda tuz içermektedir. Gölün bu özelliğini değerlendirerek tuz elde etmek amacıyla, Tuz Gölü’nün kıyılarında çok sayıda tuzla kurulmuştur. Bu tuzlalardan elde edilen tuz; Türkiye’nin gereksinimi olan tuzun büyük bölümünü karşılamaktadır. Türkiye’nin oldukça kurak bir yerinde yer alması nedeni ile bu sığ bölgelerde çok yoğun bir şekilde buharlaşma görülür. Doğu kısmındaki körfez dışında tümüyle kuruyan gölün tabanında, kalınlığı yer yer 30 santimetreyi bulan mevsimlik bir tuz katmanı oluşmaktadır. Tuz Gölü’nün en derin yeri sadece 2 metredir. Öteki kesimlerin derinliği sadece santimetrelerle ölçülebilmektedir. Göle dökülen en önemli akarsular “Peçeneközü Deresi” ile “Melendiz Çayı’dır. Coğrafya bilgileri aynen böyle diyor. Coğrafya bilgilerine girmemiş acı gerçek ise şudur:

“Tuz Gölü’ne dökülen en büyük akarsu Konya’nın şehir kanalizasyonudur. Çumra yönüne verilen kanalizasyon, bu doğrultu üzerinden herhangi bir arıtmaya tabi tutulmadan doğrudan Tuz Gölü’ne akıtılmaktadır. 1 milyonu geçen şehir nüfusunun sanayi artıklarını da taşıyan şehir kanalizasyonu bizlere iyotlu ya da iyotsuz tuz olarak geri dönmektedir.”

[Yardımcı Doçent Doktor Mustafa Duran, Pamukkale Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Biyoloji Bölümü.]

 

Konyalıların her sifon çekişleri; bizim sofralarımızda, yediğimiz yemeklere tat vermek için kullandığımız tuzlarla bize yediriliyor. Yediğimiz her şey yapay, üstüne bir de Konya’nın kanalizasyonunun, sanayi artıklarının karıştığı tuzları kullanıyoruz! Yediğimiz her şeyde tuz kullanıyoruz!

 

Bok yemek böyle olsa gerek! Kendi pisliğini yiyen tek canlı olan domuzdan daha aşağılık bir hale gelmişiz!

 

Gaziosmanpaşa Hacımaslı Köyü Domuz Çiftliği'nin sular ve katı atıkları 300 metre mesafedeki Sazlıdere Barajı'na akıyor. Baraj 10 milyon kişinin su ihtiyacını karşılıyor. Çiftlikte 5 bin domuz var. Türkiye'deki domuz çiftliklerinde yıllık 3 milyon kg. civarında et üretiliyor. Bu rakam neredeyse kırmızı et üretiminin yarısı. Üretilen domuzlar otellere, yemek fabrikalarına ve marketlere 'kıyma' şeklinde satılıyor. Domuz etini Salam, sosis olarak da piyasaya sürmek en sık kullanılan yöntemlerden birisi.

 

Peki, neden domuz?

'Dinen yasak olmasına, Türk yemek kültürüne aykırı bulunmasına rağmen neden domuz cazip bir konu?'

Çünkü domuz yetiştiriciliği kârlı bir iş. Domuz üretken bir hayvan. Cinslerine ve yaşına göre yılda 1, 2, bazen de 3 kez ve her doğumda 15-20'ye kadar varan yavru dünyaya getirebiliyor. Bir domuz yılda 2 kez doğum yapsa, her doğumdan 10 yavru yaşasa, 20 sene yaşayan bir domuzun 400 yavrusu oluyor. Ve dahası yeni doğmuş bir domuz 4-5 ayda 100 kiloya kadar çıkabiliyor.

Normal şartlarda evcil bir domuzun %30'u yağ olarak ayrılabilmekte iken bu rakam bazen %50'yi bulabiliyor. Yani 150 kg'lık bir domuzdan 75 kiloluk yağ elde edilebiliyor. Bu da dana ya da koyuna göre tercih edilmesinde önemli bir etken.

Beslenmesi kolay, cam dışında -leş dâhil- her şeyi yiyebiliyor. Her domuz da ortalama 80-100 kiloya ulaştığı zaman kesiliyor. Sadece bu çiftlikten yılda yaklaşık 1 milyon kg. et çıkıyor.

Bu etlerin hangi kanalla, nerelere satıldığı meçhul! Diğer çiftlikler de göz önüne alındığında Türkiye'de yaklaşık 3 milyon kg domuz etinin değişik yollarla piyasaya sürüldüğü ortaya çıkıyor.

Türkiye'deki toplam kırmızı et tüketiminin de 6 milyon kg. olduğu göz önüne alınırsa tablonun vehameti daha da netleşiyor. Kilosu 1 ile 3.5 milyon lira arasında satılan bu domuz etlerinin ağırlıklı olarak kıyma, sucuk, salam ve sosis olarak satıldığı dile getiriliyor. Çiftlik çalışanlarından İsmail Türk'ün verdiği bilgiye göre kesilen etler toplu olarak büyük otellere, yemek fabrikalarına kıyma ve sosis gibi ürünler olarak satılıyor.

Bu ve benzeri çiftliklerden resmi olarak beş firma domuz satın alıyor:

Çerkezo, Polonez, Nuta, Namet ve Sütte!

 

1. Çerkezo aldığı ürünleri Salam-Sosis olarak piyasaya sürerken aynı zamanda Teşvikiye'deki Şarküterisinden de insanlara satıyor. [Bu firmanın bir de TADET adı altında otellere ürün sattığı bir markası daha bulunuyor]. Aynı zamanda butik mağazalarda ve ulusal zincir mağazalarda satılan BONUS markalı ürünlerin üreticisi de ÇERKEZO!

2- Ayazağa'daki Çerkezo'nun hemen yanında üretim yapan SÜTTE firması da salam, sosis ve jambonlarını markasıyla satıyor. Ancak bilinen bu firmalar ürünleri çeşitli zamanlarda farklı isimlerde piyasaya sürüyor. Daha önce Sütte olarak piyasaya sürülen domuz mamulleri son dönemde PIGGY adıyla satılıyor. Üstelik ünlü Amerikan fast-food zincirlerinden Little Caesar's Pizza tam 10 yılı aşkın süreden beri et mamullerini SÜTTE firmasından temin edip insanlara bir güzel yediriyor.

3-POLONEZ! 5 yıl öncesine kadar resmi olarak domuz ürünleri imal edip MIGROS'larda açık açık ürünlerini satarken, son yıllarda %100 dana etinden ürünler imal ettiğini iddia ediyor. Bunları göz göre göre mağazalarında sattıran satın alma müdürlerinin aldıkları rüşvetin haddi hesabı yok! POLONEZ'in ciddi anlamda piyasaya yayılmasındaki en büyük faktör MIGROS' tur.  O dönem Migros'un et mamulleri satın almasında olan [Su an oyuncak reyonunda satın almacılık yapan] Coşkun Bey, büyük paralar karşılığında POLONEZ'le işbirliği içerisindedir ve bizzat domuzları insanlara yediren kişidir. Migros'ta çalışan tüm tezgahtârlar eksiksiz olarak her ay sonunda POLONEZ 'in sahibi MUSTAFA AKKAŞ’tan/satış müdürü sıfatı ile çalısan ALi ÖZYAVAŞ'tan maaşlarını ve primlerini insanlara sattıkları domuz etleri üzerinden alıyorlar!

 

METRO GROS MARKETLER'in bir önceki satın almacılığını yapan kişi şu an BAĞDAT Caddesinde bulunan Polonez-Barbekü Restoranları'nın sahibidir!

 

İzmir'in kalesi olarak görülen KiPA Marketler'in satın almacılığını yapan bayan Polonez'in resmi hissedarıdır!

 

Amerikan Fast-food zinciri Domino’s Pizza ve Alman Ekolü Dr. Oetker Pizzaların içerisinde Polonez et ürünleri kullanılmaktadır!

 

GIMA markalı ve piyasalarda satılan OPI markalı ürünleri Polonez üretmektedir ve bunun karşılığında rüşvet vermektedir!

 

Türkiye'de domuz eti yemeyen insan kalmış mıdır?

 

4-  NUTA öncelikle 7 TEPE markası ile tanınmakla beraber Güneydeki -Her sey dâhil- tatil köylerinin bir numaralı tedarikçisidir. Yabancı turistlerin yanında yerli turistlerde güme gidiyor. Bu firmalar özellikle büyük alışveriş merkezlerinde ayrı bir stant açıyorlar. Ancak küçük şarküterilerde karışık olarak duruyor ve birçok tüketici farkına varmadan domuz ürünlerini satın alıyor. İşin ilginç tarafı bu firma şimdi de firma tanıtım cd’si hazırlamış. Carrefour gibi büyük hipermarketlerde ne kadar hijyenik üretim yaptığını anlatıyor. Ama 7 TEPE SOSiS hafta sonları marketlerde KDV dâhil 2.90 TL ye satılıyor. Bu adamlar sosislerin içerisinde hayvan küspesi gibi katkılar kullanıyorlar! Domuz hammaddeli salam ve sosislerin kesiminin yapılıp piyasa sürüldüğü bir başka yer de NUTA'nın üretimini yapan kişinin işlettiği Dolapdere'deki imalathane. [IDEAL markalı salam-sosis imalatçısı]

 

5- NAMET ünlü Eminönü Hasırcılar Çarşısı’nın içinde yıllardır tanınan NAMLI PASTIRMACI'nın modern hali! Şu an sözde modern üretim tesisleri Bayrampaşa Megacenter[Gıda Hali] içinde derme-çatma bir imalathaneden öteye geçemeyecek konumda olan ve üretim kapasiteleri aylık -günün 24 saati çalıştıklarını düşünürseniz- 70 tonu geçemeyecek olan bu imalathanede NAMET ayda 270 ton et mamulü üretiyor ve satıyor. Bu aradaki 200 tonluk kapasite açığını ise İstanbul dışında ne yaptığı belirsiz imalathanelerde, merdiven altı firmalarda üretim yaptırıp üzerine '%100 NAMET KALiTESi' bastıktan sonra, üretim yeri olarak Bayrampaşa’daki adreslerini göstererek insanlara afiyetle yediriyorlar!

 

Carrefour ve diğer tüm zincir mağazalarda POLONEZ'in uyguladığı benzer taktikleri uygulayan NAMET bugün kapasitesinin 3 kat üzerinde üretim yaparak gururla Türkiye’yi temsil ediyor!

 

Janjanlı ambalaja sahip NAMLI Pastırmaları'nın sahipleri olan Engin ve Esen Mepa kardeşler aynı zamanda Çorlu'daki domuz çiftliklerinin yarı hissesine sahiptirler! 2000 yılında patlak vermiş olan kaçak buffalo etlerinin de NAMLI Pastırmaları'nın sahipleri olan Engin ve Esen Mepa kardeşler tarafından getirildiğini, hatta Bayrampaşa'daki imalathanelerinin gazetecilerin ve kameraların gözü önünde basıldığını hatırlayın!

Engin Mepa'nın Show TV'ye, o dönemde 1 trilyon lirayı kendi elleriyle hediye ettiğini, sonra da Milliyet, Hürriyet ve Sabah gazetelerine verdikleri dev ilanlarla tüm olanları ve baskınları yalanladıklarını hatırlayın! NAMLI Pastırmalarının hem %5 hissesine sahip olan, hem de imalat müdürlüğünü yapan Muzaffer adındaki şahıs aynı dönemde kardeşi ile Bağcılar semtinde açmış olduğu imalathanede at ve eşek etinden yaptığı pastırmaları dilimleyerek zincir marketlere satmıştır. 2004 yılında da Uğur Dündar ekibi tarafından basılarak televizyon da gösterilmiştir.

 

Domuz konusunda herkes suçu başkasına atıyor. Bu noktada tüketicinin yapması gereken şeyi Çevre Sağlık İl Müdürlüğü Gıda ve Çevre Kontrol Şubesi Müdürü İrfan Yılmaz özetliyor; 'Piyasadaki etleri denetlemek mümkün olmuyor.'

[Ömer KIZILIRMAK, TUBITAK-SAGE Planlamalar ve Kalibrasyon Birim Amiri]

 

Türkiye de domuz eti yemediğini iddia edebilecek biri var mı?

 

Gelelim giyim kuşama.

 

Çarşılarda, pazarlarda artık her kıyafet hazır olarak bulunabiliyor. Bayanlar için, dar, açık saçık elbiseler. Aleyhisselatu Vesselam Efendimiz keten ve pamuk karışımı elbiselerin giyilmesini emretti. Bizim giydiğimiz kıyafetler ise plastik iplerden üretiliyor. Az bir miktar pamuk karışımı iplikler katılıyor. Plastik! Her yerde plastik! Giyim kuşamda bile plastik kullanılıyor! Plastikler güneşte, sıcakta ısınır. Bizim giydiğimiz kıyafetler plastik iplerden üretiliyor. Bedenimiz kıyafetler içerisinde pişiyor, terliyoruz! Bu ter kokularını gidermek için çözüm var ama! Kadınların sürünüp dışarı çıktıklarında yanlarından geçen erkeklere ve kadının oradaki erkek sayısınca zina günahı yüklenmesine sebep olan parfümler var! Zorunlu haller dışında bayanların evden dışarı bile çıkmaması gerekirken, parfüm kullanarak dışarı çıkıyorlar! Parfümler kimyasal maddelerden üretiliyor! Hem insana, hem ozon tabakasına zararlı! Yani soluğumuz havanın bulunduğu atmosfere zarar veriyor parfümler. Dünya üzerinde insandan başka zararlı bir yaratılmış yok! Yaşayan hayvanlar, bitkiler, yani insanoğlundan başka her şey ekosistem üzerindedir.

 

Yakında ümmetim içinde bazı kimseler olacak ki, çeşitli yemekler yiyecekler, çeşitli içecekler içecekler ve renk renk elbiseler giyecekler ve sözü de dilini döndürüp konuşacaklar. İşte bunlar ümmetimin şerlileridir.

[Ravi: Hz. Ebu Ümâme Radıyallahu Anh, Ramuz El E-Hadis/Ahmed Ziyâüddin Gümüşhanevî, Sayfa 302]

 

Üretiminde kimyasal boyaların bulunduğu kıyafetler. Her türlü rengin kullanıldığı, üstüne bir de şekillerin, resimlerin, suretlerin bulunduğu kıyafetler. Üretiminde her türlü kimyasalların kullanıldığı ve sürekli üretimin olabilmesi, sürekli kazanç sağlanabilmesi için enzimlerle, asitlerle yıpratılarak, ömrü kısaltılan kumaşlardan üretilen giysiler.

 

Üniversiteyi bitirmişler. Neyi halleder ki üniversite? ALLAH’ın hükümlerine itaat etmedikçe 100 tane üniversiteyi bitirse hiçbir değer ifade etmez! Bakınız bizim değer hükmümüz budur! Müslüman böyle inanmak zorundadır! Çırılçıplak dolaşan yahut bacağına giydiği kot pantolonla apış arasına kadar vücudunun kalıbını ortaya koyarak; onun bunun şehvet nazarını çeken bir kıza sordum! Bir münasebetle sordum! Dedim ki “kardeşim, vücudunuzda bütün mahrem noktaları gösteriyorsunuz. Hatta apış aranıza kadar ortaya koymuşsunuz. Her şeyinizle meydandasınız. Niçin böyle yapıyorsunuz? Siz kimin emrindesiniz? Seni yaratan ALLAH’ın emrinde misin? Yoksa senin düşmanın Avrupalı modacıların emrinde misin?” Sustu. Avrupalı moda evleri emir veriyor! Onların emirlerine göre bunlar elbise alıyorlar. Avrupalı modacılar emrediyor, ne diyorlar? “Üstünüzdeki elbiseyi çıkaracaksınız, o elbisenin yerine şu model de bir elbise giyeceksiniz” diyorlar. Bizimkilerde hemen itaat ediyorlar.  Aradan 4 ay geçiyor, bir emir daha çıkıyor, “üzerinizdeki elbiselerin modası değişti, demode oldu. O elbiseleri atacaksınız, şu tipte bir elbise giyeceksiniz” diyorlar, hemen onlara itaat ediyorlar. Niye bizim kadınlarımız, kızlarımız Avrupalı kâfirlerin, Avrupalı modacıların birer hamalımıdır? Hamal gibi yüklen indir, yüklen indir; onlara hamal mı olacaklar? Onlar emredecek, kadınlarımız, kızlarımız giyecekler, onlar çıkarın diyecek; kadınlarımız, kızlarımız giydiklerini çıkaracaklar, böyle şey olamaz! Biz ALLAH’ın emrine boyun eğmek zorunda olan insanlarız! Avrupalı emrediyor, “Üstünüzdeki elbiseyi çıkarın. Modası geçti bunun, mini etek giyeceksiniz, midi etek giyeceksiniz, maxi etek giyeceksiniz, bluz giyeceksiniz, … Şunu giyeceksiniz, bunu giyeceksiniz.” diyor. Emir Avrupa’dan geliyor,  kızlar, kadınlar yüzünü bile göremediği o kâfir, o müşrik, o münkir, o edepsiz, utanmadan yoksun Avrupalıların emrine körü körüne itaat ediyor. Buna nasıl razı olabiliyorsunuz? Yüzünü bile görmediğiniz bir Avrupalı modacının emrine mi uyacaksınız? ALLAH’ın; sizi yoktan yaratan ALLAH’ın emrine mi uyacaksınız? Niçin düşünmüyorsunuz? Hollywood’dan emir gelecek, Broadway’den emir gelecek, Paris’ten emir gelecek, Londra’dan emir gelecek ve ondan sonra kostüm değişecek, etek değişecek, elbise değişecek. Niye? Senin amirin onlar mı? Senin ALLAH’ın onlar mı? Senin yaratıcın onlar mıdır? Onun için o kıza dedim ki; o genç kıza dedim ki, “%100 ALLAH’a yemin ederek söyleyebilirim ki, siz istediğiniz için şu elbiseyi giymiyorsunuz, Avrupalı modacılar istediği için giyiyorsunuz.” “Efendim günü modası böyle, ister isteyeyim, ister istemeyeyim mecburum giymeye.” diyor. Kimdir seni mecbur eden? Bir kanun maddesi mi var? Ceza kanunlarında, Avrupa’nın moda sahnesine koyduğu elbiseyi giymeyenler hapse atılacak diye bir ceza kanunu var mı? Kot pantolonu giymeyen kadınlar hapse atılacak diye bir kanun var mı? Kim?! Kim?! Kim?! Kim zorluyor sizi? İşte ey çıplak dolaşan kadınlar, ey çıplak dolaşan genç kızlar! Üzerinizde ki bu çıplak elbiseyi, istediğiniz için değil; Avrupalı modacı patronlar emrettiği için giyiyorsunuz! Siz onların emrindesiniz! Size taşıyın dediler, taşıyorsunuz! Çıkarın dediler, çıkarıyorsunuz! Siz Avrupalıların hamalısınız! Hamalısınız! Hamalısınız! Avrupa hamalları! Yüklen diyorlar, yükleniyor! Boşalt diyorlar, boşaltıyor! Hamal mısın sen? Seni yaratanın emrine niçin uymuyorsun? Tepeden tırnağa örtün diyor ALLAH[c.c.]! Namaz da bile emir veriyor! İslam hukukuna göre; namaz da bile bir kadın, mutlaka ayrı bir tavırla gelecek! Bir Müslüman kadın namaz kılacak! Namaz kılmayan kadın olabilir mi? Hz. Mevlana feryat ediyor! Bir Müslümanın karısı eğer namaz kılmıyorsa; o namaz kılmayan kadınların pişirdikleri yemeklerin içinde vallahi ALLAH’ın rahmet ve bereketi yoktur! O yemek şifa değildir! O yemek deva değildir! Namaz kılmayan kadınların pişirdiği yemekler; insanın ruhunu zedeleyen birer zehirdir! Müslümanın karısı namaz kılacak! Seni namazdan geri koyan nedir? Seni ibadet etmekten geri koyan nedir? Namaz kılacaksın! Namaz kılarken de ilahi emirlere uyacaksın! Hepiniz biliyorsunuz, bir Müslüman kadın namaza dururken erkekler gibi durabilir mi? Erkekler iftitah tekbirini alırken, namaza başlama tekbirini alırken; erkekler ellerini kulaklarına kadar kaldırıp “ALLAHU EKBER” derler. Kadınlar böyle yapamaz! Kadınlar namaza dururken, tekbir alırken ellerini göğüslerinin hizasına getirip öyle tekbir alacaklar ve göğüslerinin üzerine kapatacaklar! Ne demektir bu? ALLAH ferman ediyor, emir buyuruyor! “Ey Müslüman kadın! Benim huzurum da bile, benim huzurum da dahi, erkekler gibi ellerini kulağına kaldırıp koltuk altını gösterme! Seni cehennemde odun gibi yakarım” diyor ALLAH[c.c.]! Koltuk altını göstermeyeceksin! Kadın kolları koltuk altına yapışık bulunarak, göğsü hizasında tekbir alacak ve göğsünün üstüne kapatacak! “Ey kadın! Sen benim huzurum da bile örtünmek zorundasın! Göğüslerini açık bırakma! Dimdik göğüslerini dikip namaza durmayasın; elini aşağıya değil, göğsünün üzerine bağla! Göğüslerini açık tutarsan seni cehennemde göğüslerinden yakar, azap ederim” diyor ALLAH[c.c.]! Ya şimdi sokakların hali nedir? Müslümanın karısı, ALLAH’ın, yaratıcısının huzurunda bile göğsünü açamaz! Koltuk altını gösteremez! Ya sokaklar da nasıl? Sokaklar da! Şaka mı zannediyorsunuz meseleyi? Bunun içindir ki, örtünme konusunda Osmanlı İslam devri zamanındaki âlimlerimiz; Müslüman kadınlara nasıl bir elbise giydirelim ki, koltuk altı bile görünmesin demişler. Nasıl bir elbise? Sokağa çıkarken nasıl bir elbise giydirelim ki, kollarını kaldırmak zorunda olduğu zaman, Müslüman kadının koltuk altı görünmesin! Nasıl elbise yapalım diye düşünmüşler. En sonunda en uygununu, en mükemmelini çarşaf olarak ilan etmişlerdir. Koltuk altı bile görünmeyecek!

 

Peki,  bugün hâlimiz nedir? Kızlarımız, sahipsizdir, yalnızlık korkusuyla hastadır. Erkekler ise azgınlığın sınırlarını zorlamaktadır. Şimdi, çıktık açık alınla, 10 günde 15 kızla!

İslam’da kadının yeri, evinin en saklı yeridir. Günümüzde kadının yeri, hosteslik, sekreterlik ve genel evlerdir. Kızlar, çıplak kadın gazeteleri ve magazin programları yoluyla pazarlanır. Çağdaşlık makinesinin zevk verici bir parçası olur. Örtünüp kendilerini saklamaları yasaklanır. Kızlar cilve yapar, erkeklerde sellektör yapar! Saçlarını kırmızıya boyarlar! Çorabından tokasına kadar giydiği her şey cırtlak renklerdedir. Baş açık! Kollar açık! Bacaklar açık! Vücudunun en mahrem yerlerini bile, dar kıyafetlerle örtmek suretiyle açmıştır! İnsanda hayvanî bir şehvet uyandırmaktan başka hiçbir cezbeye sahip değildir. Sesi, karşı köydeki çobana bağırır gibi yüksek perdedendir. Kahkaha atarken, boğazından çıkardığı müthiş sesler, civardaki tüm erkeklerin dikkatini çekmektedir.  Yanındaki erkeklerle konuşur, dövüşür, çekişir. Kaba bir ses, donuk bakışlar, zarafetini kaybedip kabalaşmış el hareketleri vardır. Kendisini güzelleştirmek çabasıyla, dışarıdan dikkat çekebilecek tüm organlarını açmış, içerden ise kendini erkeklerin gözlerine peşkeş çekmek suretiyle, ruhunu öldürmüştür.

 

Kim geçici malına aldanıyorsa bilsin ki, hiçbir kıymeti kalmayacaktır! “O gün çok olacaksınız! Fakat Müslümanlar; sanki bir sel geliyor da; yağmurlar yağdıktan sonra seller akmaz mı? O akan selin sürükleyip götürdüğü çöpler gibi, çöplük gibi vallahi kıymetsiz olacaksınız” diyor Resulullah Aleyhisselatu Vesselam. O selin önüne katıp götürdüğü çöpler gibi, çöplük gibi olacaksınız! Şahsiyetiniz olmayacak! Kâfirler sizden korkmayacak! Çünkü onların seline kapıldınız! Çünkü hayatınız kâfirlerin hayatına benzedi! Çünkü kızınız, karınız onlara benzedi! Çünkü eğitim sisteminiz onlara benzedi! Çünkü kaldırımınız, caddeniz, sokağınız hepsi onlara benzedi! Bugün bizim caddelerimizden kâfirlerin selleri akıyor! Sokaklarımızda abdestsiz kimse dolaşmazken; bugün sokakta dolaşan gençlerin %90’ı cünüp dolaşıyor! Cünüp dolaşıyor Ya Rabbi! Yıkıldı memleket! Ecdadımızın kan vererek aldığı topraklar! Şehitlerimizin can vererek aldığı topraklar da sırtına kadar soyunup dolaşan, satılık mı nedir? Binlerce, yüz binlerce kadın sokak sokak şehvet panayırına, kadın pazarına çevirdiler sokakları! Sel önüne düşmüş giden çöplük gibiyiz sanki! Olaylar bizi sürükleyip götürüyor! Kimse dur demiyor! Kimse ne oluyor demiyor! Nesillerimiz sürükleniyor! İnsanımız sürükleniyor! Kadınlarımız, kızlarımız bir kasırga gibi sürüklenip gitmektedir! İslam ahkâmına göre; bir müslümanın kızı sırtını, karnını, göbeğini, diz kapağından yukarı da kalan apış aralarını, baldırını vallahi öz babasına gösteremez! Öz babasına hiçbir müslümanın kızı sırtını gösteremez! Bir baba kızının çıplak sırtına bakarsa, kızının baldırına bakarsa vallahi zina etmiş gibidir! İslam budur! Ama sokaklarda görmüyor muyuz? Sırtına kadar soyunmuş binlerce kadın, hayvani bir iştahla sokak sokak sürünüp dolaşıyor! Bu ümmeti bu hale getirenler hesap verecek! Bu ümmetin namusunu kaldırımlara dökenler, namusumuzu ve utanma duygumuzu sanki bombardıman edip yok edenler, bu ümmetin neslini utanmadan yoksun ve namussuz, vahşi bir iştah ile sokaklarda müşteri haline getirenler, bu ümmeti bu hale getirenler hesap verecek!  Sokaklarda sırtına kadar soyunup dolaşanlar acaba sokakları ne zannediyorlar? Bir Müslüman kadın sırtını, karnını ancak ve ancak nikâhlısına gösterebilir. Sadece kocasına gösterebilir! Sadece helaline gösterebilir! Bir Müslüman kadın sırtını, göğsünü, diz kapağından yukarısını vallahi babasına gösteremez! Ne demek oluyor bu? Demektir ki bu sırtına kadar soyunan kadınlar sokaklarda ki bütün erkekleri kendi kocaları zannediyorlar! Böyle şey olmaz! ALLAH Resulü Aleyhisselatu Vesselam “Sanki sellerin önüne katılıp götürdüğü çöpler gibi olacaksınız. Çöplük gibi olacaksınız! Kâfirler burnunu silip, çöp tenekesi gibi size atacak” buyuruyor!

 

Müslümanların 2 kat elbisesi olabileceği buyrulmuş. Biri sürekli giymesi için; diğeri; cuma günleri, bayramlarda, özel günlerde giyilmesi için! Bizim kaç kat elbisemiz olduğu belli değil! Bir giydiğini bir daha giymeyenleri bırakın; evlerimizde dolaplarımız kıyafetlerle dolu! Moda gösterilen ne varsa onu giyiyorlar! Moda adı altında üretilen düşük belli kıyafetler, mini etekler, örtülü çıplakların giydiği kıyafetler! Erkekler bile giyiyor artık düşük belli kıyafetleri. Eskilerin fazla giysisi yokmuş ama değil mi? Atalarımız neyin ne olduğunu, neyin haram, neyin helal olduğunu çok iyi biliyorlardı! Biz bu dünyaya cennet ve cehennem arasında imtihan edilmek üzere gönderildik; zevk ve sefa sürmek, dikkat çekmek, kendimizi beğendirmek, istediğimiz gibi davranmak, istediğimiz gibi giyinmek için gönderilmedik!

 

İbnu Ömer Radıyallahu Anh’ın rivayetinde: ALLAH Resulü Aleyhisselatu Vesselam şöyle buyurdu:

“Kim gösteriş elbisesi giyerse, ALLAH kıyamette o elbisenin aynısını ona giydirecektir. Sonra ateş onu alevi ile tutuşturacaktır. Kim de bir topluluğa benzemeye özenirse o, onlardandır.”

[Cem’u’l-Fevaid, Rudani 5790.hadis]

 

Giydiğimiz kıyafetlerin güzel olmalarına ve uyumlu olmasına, göze hitap edecek şekilde olmasına dikkat ediyoruz. Gösteriş için giyiniyoruz! Kıyamette gösteriş elbisesi olarak giydirilecek elbiseleri giyiyoruz! Cehennem ateşi bizi tutuşturduğunda çok gösterişli olacağımız kıyafetleri giyiyoruz! Dar ve bedenimizi açık bırakan kıyafetler giyiyoruz!

 

“Bir topluluğa özenen onlardandır!” Avrupai giyiniyoruz. Giyim kuşamımız Avrupa’dan geliyor! Tekstil devi Türkiye! Avrupa makineleri üretiyor, Türkiye’ye satıyor. Türkiye’deki insanlarda kimyasallar, enzimler, asitler içerisinde bu kumaşları üretiyor. Türkiye’nin suları zehirleniyor, havası zehirleniyor, insanları zehirleniyor! Avrupa standartlarına uymayan, Avrupa’nın istediği gibi üretilemeyen kıyafetler ise Türkiye’de yaşayan insanlara satılıyor. Avrupa daha çok para veriyor çünkü! Avrupa’nın para vermediğine de Türkiye de yaşayan insanlar para veriyor. Kravatlar, papyonlar! Giyim kuşamımızın şekli her yönüyle, her şekliyle kâfirlere benziyor.

 

“Pantolonu Türkler bulmuş?” Doğru pantolonu Türkler bulmuş. Ama hayvan derisinden üretilen kemerlerle, bırakın kadınları; erkeklerin bile bedenlerini belli edecek şekilde dar giydikleri modellerde giyilmesi için değil! Resimlerin, desenlerin, çeşitli motiflerin bulunduğu şekillerle giyilmesi için değil!

 

Yazık! Atalarımızın savaşları sonucunda oluşan toplumların ve ilim, irfan, her yönden gelişmelerinin tek sebebi olan, her türlü yeniliği atalarımızdan alan, atalarımızdan öğrenen Avrupa Topluluklarını örnek alan bizlere yazık!

 

Coğrafi keşiflerin bile yapılmasına sebep olan atalarımızdır! Barut, matbaa, vs. kısacası her türlü bilginin esasını atalarımızdan, İslamiyetten almıştır Avrupa!

 

Daha 1910 yılına kadar Avrupalı bilim adamları “kadın hayvan mı, yoksa insan mı?” diye araştırma yapıyordu! Biz gafillerin medeniyet dilendiği Avrupa “kadın hayvan mı, yoksa insan mı?” diye araştırma yapıyordu! Avrupa’da eski çağlarda senede sadece bir kere, bütün ailenin aynı su içinde yıkanıyordu! Önce baba, sonra sırasıyla büyükten küçüğe erkekler, erkek çocuklardan sonra anne, anneden sonra kız çocukları aynı su içinde yıkandığı yıkanıyordu Avrupa’da! Bütün ailenin aynı su içinde yıkanmasıyla temizleniyorlarmış! Avrupa’da diğer zamanlarda pis olmaları ve pis kokmaları yüzünden özellikle sadece ilkbahar döneminde; yıllık banyodan sonra evleniyordu insanlar! Bizim medeniyet dilendiğimiz Avrupalı kâfirler!

 

Dünyaya nam salan, İslamiyeti yayan bir ecdadın; kâfirlerin, Avrupa’nın modern sömürgesi haline gelen nesli olan bizlere yazıklar olsun!

 

Birde derler ya “İslam bizi geri bırakmış” diye. İslam bizi ileriye götürmüştür her zaman! Bizler gerçekte neyin haram, neyin helal olduğunu bilmeyen kâfirlerin haram olan yaptıklarında geri kalmışız! Haram olan ne varsa kâfirler yapmış, bizlerde kâfirleri örnek almışız!

 

Kişiye kamçısının ucu konuşmadıkça kıyamet kopmaz.

[Ölüm, Kıyamet ve Diriliş, sayfa 471]

 

Her şey konuşuyor artık! Her şey konuşuyor! Mikrofonlar sayesinde her yerden ses alınabiliyor. Saatler bile konuşuyor. Arabalarda, evlerde radyolarda bulunan antenler vasıtasıyla radyolar konuşuyor. Elektronik böcekler vasıtasıyla her yer dinlenebiliyor! Cep telefonları bile konuşuyor. Herkes her türlü teknolojiyle birbiriyle konuşuyor! Parmak mikrofonlar var! 1 kaç santimlik kameralar var! Ayakkabılara, elbiselere, saçlara, kulaklara, vs... Her yere dinleme cihazı, mikrofon, kulaklık konulabiliyor; aksesuar gibi gösteriliyor.

 

Teknolojinin çıkış noktası Batı değil mi? Teknolojinin çıkış noktası Avrupa! Son teknoloji ürünleri Batı’dan/Avrupa’dan çıkıyor. Her türlü aydınlanma, ilim, irfan, bilgi Batı’dan/Avrupa’dan geliyor! Amerika’da da teknoloji var ama değil mi? “Amerikan” diye bir millet yok ki! Coğrafi keşiflerin ardından Amerika’da bulunan Kızılderililerin soylarının kurutulması, geride kalanların ise asimile edildiği Amerika! Portekiz, Alman, Fransız, İspanyol, İngiliz, … Her milletten insanların bulunduğu Amerika! Avrupa milletlerinin oluşturduğu Amerika! Batı’nın oluşturduğu Amerika! Teknolojinin, her türlü bilimin, gelişmenin, sanayinin çıkış noktası olan Avrupa!

 

Hz. Ebu Hüreyre Radıyallahu Anh anlatıyor: Resulullah Aleyhisselatu Vesselam buyurdular ki:

“Güneş battığı yerden doğmadıkça kıyamet kopmaz. Batı’dan doğunca, insanlar görür ve hepsi de iman eder. Ancak, daha önce inanmamış veya imanıyla hayır kazanamamış olan hiç kimseye bu iman fayda sağlamaz.”

[Buhari, Rikak, 39, İstiska 27, Zekat, 9; Müslim, İman 248, [157]; Ebu Davud, Melahim 12, 4312. hadis; Kutub-i Sitte 4996. hadis]

 

“Güneş battığı yerden doğmadıkça kıyamet kopmaz!”

Güneş! Güneş! Güneş doğunca her yer aydınlanır! Herkes uyanır ve çalışmaya başlar! Güneş doğudan doğup, batıdan batar! Güneş battığı yerden doğmadıkça kıyamet kopmaz! Batı/Avrupa 1818-1819 Rönesans-Reform devrimleriyle, 1856 yılında sanayi devrimiyle teknolojik olarak şu anki konumuna gelebilmek için ilk adımları atmıştır. Müslümanlardan öğrendikleri metotları geliştirerek, her türlü teknolojik aleti üretmiş, her şeyin kolayını bulmuştur Batı/Avrupa! Güneşin batıdan doğmasıyla insanlar aydınlanmıştır! İnsanlar Batı’ya/Avrupa’ya yönelmiştir! İnsanlar Batı’dan/Avrupa’dan teknoloji dilenmektedir! İnsanları dinden uzaklaştıran Batı’dan/Avrupa’dan tıp yönüyle, teknoloji yönüyle, … her yönden Avrupa’dan teknoloji dileniyoruz!

 

“Güneş Batı’dan/Avrupa’dan doğunca, insanlar görür ve hepsi de iman eder.” Güneş batıdan doğunca herkes iman eder? Yani Batı’ya/Avrupa’ya inanır! Batı’dan/Avrupa’dan gelen ilim ve teknolojiye. Batılılaşmaya/Avrupalılaşmaya çalışır! Avrupa’ya gidip, orda yaşamak için neler yapanlar var!

 

“Ancak, daha önce inanmamış veya imanıyla hayır kazanamamış olan hiç kimseye bu iman fayda sağlamaz!” İslamiyeti tam benimsememiş, ALLAH’a tam olarak inanmamış insanlar Batı’ya/Avrupa’ya yönelir! Dinlerini dünya uğruna yerler! Batı’yı/Avrupa’yı, kâfirleri örnek alarak yaşadığımız şu zamanda; Müslüman olduğumuzu da iddia etsek, kâfirler gibi yaşadığımız sürece yalancılıktan öteye, küfürden öteye gitmiyoruz.

 

Güneş battığı yerden doğunca şeytan secdeye kapanır ve şöyle nida eder: “ALLAH’ım emret! Kimi dilersen ona secde edeyim.”

[Kutubu Sitte 4996.hadis Açıklaması]

 

Şeytanın artık insanları yoldan çıkarmak için vesvese vermesine gerek kalmamıştır! Batı’dan/Avrupa’dan her türlü pislik, her türlü küfür, ortaya çıkmıştır!

 

Avrupa’da Hıristiyanlar günah işlemekten korkmazlar. Avrupa’da hiçbir kadın ve erkek günah işlemekten korkmaz! Çünkü bir papaza gider de günahlarını sayıp dökerlerse, papaz da ALLAH namına onları affedebilir. Buna karşılık endülizans adı altında, Hıristiyanlar “günah çıkartma parası” olarak para öderler. Bunun için Avrupalı insanlar günah işlemekten korkmaz! Her rezaleti yaparlar, her günahı işlerler, her pisliği yaparlar, korkmazlar!

 

Bismillahirrahmanirrahiym. Allah’ı unutup da Allah’ın da kendilerini kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın; onlar yoldan çıkmış kimselerdir! Sadakallahül-Aziym. [Haşr Suresi, 19. ayet] ALLAH [c.c.] “ALLAH’ı unutanlar gibi olmayın! Ey kadınlar! Hıristiyanlar gibi çırılçıplak sokağa çıkmayın! Ey kadınlar, Yahudiler gibi namusunuzu altına gümüşe değişmeyin” buyuruyor. Onlar gibi olmayın!

 

Ama bizim her şeyimiz Yahudilere ve Hıristiyanlara benziyor! Televizyonlarda yayınlanan filmlerde Müslümanların imanıyla resmen alay ediliyor! Ümmet-i Muhammed’in imanı mahvediliyor! Televizyonlarda oynattıkları filmlerde, çırılçıplak, fuhuş yapan, zina yapan, açık saçık giyinen kadınları melek diye Müslümanlara takdim ediyorlar! Bunlar melek olamaz! Melekler zina etmez! Melekler günah işlemezler! Melekler fuhuş yapmazlar! Televizyonlar fahişeleri Müslümanlara melek diye takdim edemez! İmanımıza sataşıyorlar! Ahlakımızı yıkıyorlar! Namusumuzu bozuyorlar! Müslümanların imanını yıkıyorlar! Gençler onlar gibi olmaya çalışıyor! Yahudilerin, Hıristiyanların inancı, imanı bozuk! Bugün Hıristiyanlar ALLAH’a “baba” diyorlar. “ALLAH baba” tabirini kullanırlar. “ALLAH baba”, “ALLAH baba”, “ALLAH baba”! HAŞA, SÜMME HAŞA! Hz. İsa gibi mukaddes ve mübarek bir peygambere de “ALLAH’ın oğlu” diyorlar! “İbnullah” diyorlar! Hz. Meryem Radıyallahu Teala Anha validemiz gibi mukaddes bir kadına da; “ALLAH’ın karısı” diyorlar! Bütün meleklere de, ne kadar melek varsa; onlara da ALLAH’ın kızları diyorlar! Bundan dolayı meleklerin resimlerini durmadan kadın gibi yaparlar, kız gibi yaparlar! Onların inancına göre melekler ALLAH’ın kızlarıdır!

 

Bugün ki Hıristiyan inanışına göre, “Hz. Âdem Aleyhisselam ile Hz. Havva validemiz cennette yasak edilen ağaçtan yedikleri için günahkâr oldular” diyor Hıristiyanlar. “Günahkâr oldular, ALLAH’ta onları cennetten çıkarıp yeryüzüne attı. Sonra Hz. Adem’den ne kadar çocuk dünyaya geldiyse, ne kadar nesil olduysa, ne kadar insan çoğaldıysa hepsi yeryüzüne Adem Aleyhisselam’ın işlediği günahtan dolayı; bütün insanlar yeryüzüne günahkâr olarak geldiler! Suçlu doğdular. Günahkâr olarak yeryüzünü doldurdular” diyor Hıristiyanlar. Sonra [HAŞA] “ALLAH’ın oğlu Hz. İsa bütün insanlığı günahtan kurtarmak için kendisini çarmıha gerdi, asıldı, idam edildi, insanların günahlarını kurtarmak için ALLAH’ın oğlu olan İsa kendisini feda etti” diyorlar! HAŞA! HAŞA! HAŞA! Bugün ki bütün Hıristiyanların inancı bundan başka değildir! Güya Hz. İsa Aleyhisselam’a kadar bütün insanlar doğarken, yeryüzüne gelirken suçlu olarak doğuyorlardı. Şu saçmalığa bakın! Şu dalalete bakın! Şu sapıklığa bakın! Hıristiyanların sapık inancına göre yeryüzünde ki papazlar da ALLAH’ın oğlu olan İsa’nın vekilleri, kefilleri oldukları için bir Hıristiyan ne kadar günahkâr olursa olsun, ne kadar ALLAH’ı unutursa unutsun, ne kadar nefsini unutursa unutsun; bir papazın önüne gelir de günahlarını itiraf ederse, o papaz da onun günahlarını çıkarır “seni ALLAH namına affettim, hiçbir günahın kalmadı!” diyorlar! Halen Hıristiyanlar da böyle!

 

Fahişeliğin tarihi: Çarşafı atıp soyunan ilk fahişe!

Sene 1848. İslam bozula bozula akıllara durgunluk verecek hale getirilmiş. İran'da bir sapık kol “Bahailik” ortaya çıkmış. Bunlara göre İslam dininin hükümleri kaldırılmıştır, yeni peygamber ise Mirza Ali adında bir sapıktır. Ve bu sapık kolun bir toplantısında göğsü bağrı açık, sarı saçlı bir kadın kalkıyor ve konuşmaya başlıyor: “Ahlak ve adetlerimizi değiştirmeliyiz! İşte beni görüyorsunuz, bütün kadınlar açılmalıdır.” diyor. İşte bu kadın, açık saçık kıyafetiyle, toplantıdaki adamların akıllarını başından almış ve şu konuşmayı yapmıştır: “Sizinle kadınlar arasında bulunan utanma duygusunu kaldırınız. Onlarla ortaklaşa iş yaparak, günlük faaliyetlerinizi paylaşarak bu perdeyi yırtınız. Sizinle evli olmayan kadınlarla da birleşiniz. Kadınları yalnızlıktan kurtarınız, sosyal hayata çıkarınız. Onlar dünya hayatının çiçekleridir, koklanmak için yaratılmıştır. Çiçekler derlenir, toplanır, dostlara sunulur.” Diyen bu fahişe, Mirza Ali denen sapık adamın peşinde, tam üç yıl kucaktan kucağa gezdi. Bir yıl sonra Mirza Ali tanrı olduğunu da ilan edince, İran devleti tarafından idam edildi. 3 yıl sonra da altın saçlı fahişe idam edildi.

 

Şeytan artık bize kıs kıs gülüyor. Bir şey yapmasına gerek kalmamış ki artık! Biz gafiller zaten şeytanın yolunda ilerliyoruz! Küfretmek için, izlediğimiz televizyonlarla, çektiğimiz resimlerle, açık seçik giyinişimizle şeytanın yolundan gidiyoruz!

 

Bismillahirrahmanirrahiym. Şimdi sen onları bir süreye kadar kendi sapıklıkları ile başbaşa bırak. Sadakallahül-Azıym.

[Müminun Suresi, 54. ayet]

 

Her birinin ayrı bir isimle ortaya çıkmaları ayrı bir din kurduklarını göstermektedir! Bu bakımdan bunlar İslam dininin yıkıcılarıdırlar. Bunlar kurdukları dini kuvvetlendirmek için İslam’mış gibi görünerek Müslümanlardan para toplarlar.

 

Amelde 4, itikatta 2 mezhebimiz var değil mi? Bir de mezhep imamlarımız var! Gerçekte İslam’da, dinde mezhep yoktur! Mezhep imamı da yoktur! Her yüz yılda, zamanın şartlarına göre dini hükümleri bildirmesi için gönderilen müçtehidlerden; ilim ve irfan bakımından üstün olanlarının vefatından sonra, bu imamların dini konulardaki görüş farklılıkları yüzünden öğrencilerinin, imamlarının görüşlerine göre hareket etmeleri sonucunda ayrı ayrı hükümlerin uygulandığı mezhepler ortaya çıkmıştır! Herkes kendi mezhep imamının görüşünü kabullenir, kendi mezhep imamının kitaplarını okur. Diğer imamların görüşleriyle ilgilenmez ve diğer imamların kitaplarını okumaz!

 

Günümüzde cemaatler var ekstradan. Günümüzdeki cemaatler müritlerinden ücret alırlar. Her cemaat kendine göre kitaplar seçer, birkaç imamın eserlerinden yola çıkarak kendilerini dine hizmet eder gibi gösterir! Birde dini konularda herkesin bildiği konulardan biraz detaylı bilgisi olana hemen “hangi cemaattensin” diye sorar olmuşuz artık.

 

Her biri ALLAH’ın Resulü olduğunu iddia eden otuza yakın yalancı gönderilmedikçe kıyamet kopmayacaktır.

[Tirmizi, Fiten, sayfa 43; Ebu Davud, Melahim, sayfa 16]

 

Her birisi kendinin ALLAH’dan Resul olarak gönderildiğini iddia eden 60 yalancının çıkması kıyamet alametlerindendir.

[Kitab-ül Burhan fi Alamet-il Mehdiyy-il Ahir Zaman, sayfa 36]

 

Uzmanlar “Sözde Mesih” akımlarının 1970’li yıllarda ortaya çıkmaya başladığını, o tarihten bu yana da hızlı bir artış içinde olduklarını ifade etmektedir. Bazı siyasetçilerden Mesih olduğunu ilan eden bile oldu hatırlayın. Yaptığı açıklamalar ve yaptıkları yüzünden Avrupa’ya kaçıp daha sonra yakalanınca, yaptıklarından sıyrılabilmek için; deli diye adlandırılabilmek için Mesih olduğunu iddia edenler olmuştu. Şevki Yılmaz, Hasan Mezarcı örnek olarak.

 

Bismillahirrahmanirrahiym. Dediler: ‘Hayır ancak atalarımızı böyle yapar halde bulduk. Sadakallahül-Azıym.

[Şuara Suresi, 74. ayet]

 

Bismillahirrahmanirrahyim. Onlara: "Allah'ın indirdiğine uyun!" denildiğinde, "Hayır, biz, atalarımızın yoluna uyarız!" derler. Peki ya ataları doğru yolu bulamamış, hidayete erememişse? Sadakallahül-Azıym.

[Bakara Suresi, 170. ayet]

 

Hani hep “biz babadan, atadan böyle gördük” diyoruz ya!

 

Hz. Ebu Hureyre Radıyallahu Anh anlatıyor: "Resulullah Aleyhissalâtu Vesselâm buyurdular ki: "İnsanlar, ya cehennem kömüründen başka bir şey olmayan ölmüş atalarıyla övünmekten vazgeçerler yahut da Allah katında, burnuyla bok sürükleyen bok böceğinden daha adi bir dereceye düşerler.

[Ebu Davud, Edeb 120, (5116); Tirmizî, Menakıb (3950, 3951); Ahmed b. Hanbel, II, 361, 524; Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/392-393; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/29.]

 

Öyle milletler gelecek ki, ölmüş babaları ile övüneceklerdir. İşte onlar cehennemin kömürleridir. Ve onlar, Allah katında pisliği burnu ile yuvarlayan böceklerden daha basittir! Allah sizden cahiliyet devrinin övünmesini ve babalarla büyüklenmeyi kaldırmıştır.

[Tirmizi, Beyhaki, Ebu Davud]

 

Ebû Davud et-Tayalisrnin Müsned'i ile Şuabü'l-İman'da bu konuda İbn Abbas'dan rivayet edilen bir hadis-i şerif de şu mealdedir: "Cahiliyet hali üzere ölmüş olan babalarınızla övünüp durmayın. Varlığım elinde olan Allah'a yemin olsun ki, bok böceğinin burnuyla yuvarlamış olduğu pislik cahiliye (adeti) üzere ölen babalarınızdan daha hayırlıdır."

[Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/393-394]

 

ZİKİR [Allah`ı anmak]

“Zikr” sözcüğü, “ALLAH” sözcüğü ile tamlama yapılıp, “ZİKRULLAH” olarak ifade edildiğinde anlamı; “ALLAH’I ANMAK” demek olur. Yani “zikr” mastarı (fiilin kökü) ma’mulüne muzaf olarak izafet-i lâfziyye oluşturduğunda (“anmak” mastarı, tümleci olan “ALLAH” sözcüğü ile tamlama oluşturduğunda) anlamı; “ALLAH’I ANMAK” demektir. Nitekim Kuran ayetlerinde de “… Allah’ı ANARLAR”, “… Allah’ı ANMAYA koşunuz” tarzında kullanılmıştır. Kuran’da yüzlerce ayette geçen ”zikr” mastarı ve bu sözcükten türemiş olan “zikrullah” ifadesi, “salat (namaz)”, “savm (oruç)”, “zekât” gibi bir DiNi TERiM olmayıp, bir fiildir ve “yemek”, “içmek” gibi bir eylem ifade eder. Bilindiği gibi “namaz” bir dinî terimdir ve “belirli zamanlarda, belirli beden hareketleriyle, belirli dua ve ayetlerin okunmasıyla yapılan bir kulluk” demektir. Aynı şekilde “oruç” da bir terim olup; “belirli bir zaman diliminde özel bir amaçla, yemeyi içmeyi ve cinsel ilişkiyi terk etmek” demektir. İşin aslı böyle olmasına rağmen, Arapça’dan Türkçe’ye yapılan tüm çevirilerde “zikr” sözcüğü Türkçeleştirilmeden Arapça olarak bırakılmış ve böylece sözcük, sanki bir dinî terim gibi kullanıla gelmiştir. Bu bilgisizlik her zamanki gibi, açıkgözler ve art niyetliler tarafından sömürülmüş ve cahil halk arasında zikir halkaları, zikir şekilleri ve zikir aletleri icat edilmiştir. Bu sözcüğün yanlış algılandığının farkında olan İslâm düşmanları ise, binlerce senedir sürdürdükleri faaliyetlerine bu konuyu da dâhil ederek insanların daha fazla uyuşturulmalarını, daha çok perişan edilmelerini, daha derin SAPIKLIĞA DÜŞÜRÜLMELERiNi sağlamışlar, üstelik de bu sapıklığın yararlarını, faziletlerini anlatan kitaplar yazarak bunları satmışlardır. Kuran’ın birçok ayetinde “zikrullah”tan (Allah’ın anılmasından) bahsedilerek bunun önemine ve gereğine değinilmektedir:

Bismillahirrahmanirrahiym. O (Aklını kullanan) kişilerdir ki, ayakta, otururken yan yatarken ALLAH’I ANARLAR ve göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler: “Ey Rabbimiz! Sen bunu boşu boşuna yaratmadın! Senin şanın yücedir. Bizi ateşin azabından koruyuver! Sadakallahül-Azıym.

[Al-i İmran, 191. ayet]

Bismillahirrahmanirrahiym. Sonra da namazı tamamlayınca, artık ALLAH’I AYAKTA, OTURARAK, YAN YATMIŞKEN ANIN. Sonra sükûnet bulduğunuzda da, namazı tam bir biçimde yerine getirin. Namaz, müminler üzerine vakitlenmiş bir farz olmuştur. Sadakallahül-Azıym.

[Nisa Suresi, 103. ayet]

Bismillahirrahmanirrahiym. Ve Allah’ın mescitlerini, içlerinde ALLAHIN ADI ANILMASIN diye engelleyen ve onların yıkımı için uğraşan kişiden daha zalim kim olabilir! Böylelerinin, o mescitlere girmeleri ancak korka korka olacaktır. Onlar için dünyada bir rezillik vardır. Bunlar için ahirette de büyük bir azap vardır. Sadakallahül-Azıym.

[Bakara Suresi, 114. ayet]

Bismillahirrahmanirahiym. Kitaptan sana vahyedileni oku ve namazı da kıl. Şüphesiz ki namaz, çirkinliklerden ve kötülüklerden alıkoyar. Elbette ki ALLAH’I ANMAK daha büyüktür. Allah yaptığınız şeyleri bilir. Sadakallahül-Azıym.

[Ankebut Suresi, 45. ayet]

Bismillahirrahmanirrahiym. İnananlar için hâlâ vakti gelmedi mi ki, kalpleri ALLAH’I ANMAK ve Hakk’tan gelen için ürpersin de daha önce kendilerine kitap verilmiş, sonra üzerlerinden uzun zaman geçmiş de kalpleri katılaşmış kimseler gibi olmasınlar. Onların çoğu da yoldan çıkmıştır. Sadakallahül-Azıym.

[Hadid Suresi, 16. ayet]

Bismillahirrahmanirrahiym. Peki, Allah kimin göğsünü İslâm’a açarsa, o zaman o, Rabbinden bir ışık üzerinde olmaz mı? Öyleyse ALLAH’I ANMAYA karşı kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun. İşte onlardır, açık seçik sapıklık içindekiler. Sadakallahül-Azıym.

[Zümer Suresi, 22. ayet]

Bismillahirrahmanirrahiym. Sen ve kardeşin ayetlerimi götürün ve BENİ ANMAKTA ikiniz de gevşeklik etmeyin. Sadakallahül-Azıym.

[Taha Suresi, 42. ayet]

Bismillahirrahmanirrahiym. Kim BENiM ANILMAMDAN (beni anmaktan) yüz çevirirse hiç şüphesiz onun için zor, sıkıcı bir geçim vardır. Kıyamet günü de onu kör olarak haşrederiz. O der ki: “Rabbim ben gören biri olduğum hâlde beni neden kör olarak haşrettin?” (Allah) Der ki: “Bu böyledir, ayetlerimiz sana geldiğinde sen onları terk etmiştin; bu gün de aynı şekilde sen terk ediliyorsun.” Sadakallahül-Azıym.

[Taha suresi, 124, 125, 126. ayetler]

Bismillahirrahmanirrahiym. Ve sabah akşam (her zaman) kendi içinden, korkarak ve yalvararak, yüksek olmayan bir sesle Rabbini an ve umursamazlardan olma! Sadakalalhül-Azıym.

[Araf Suresi, 205. ayet]

Bismillahirrahmanirrahiym. Onları, onun içinde imtihan edelim. KiM RABBiNiN ANILMASINDAN yüz çevirirse Rabbi onu, gittikçe yükselen bir azaba sokar. Sadakallahül-Azıym.

[Cinn Suresi, 17. ayet]

Bismillahirrahmanirrahiym. Öyle erkekler vardır ki, ne bir ticaret ne bir alış veriş onları ALLAH’I ANMAKTAN, namaz kılmaktan zekât vermekten alıkoyamaz. Onlar kalplerle gözlerin ters döneceği günden korkarlar. Sadakallahül-Azıym.

[Nur Suresi, 37. ayet]

Bismillahirrahmanirrahiym. Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi ALLAH’I ANMAKTAN alıkoymasın. Böyle bir şeyi kim yaparsa işte onlar, hüsrana uğramışların ta kendileridir. Sadakallahül-Azıym.

[Münafikun Suresi, 9. ayet]

Bismillahirrahmanirrahiym. Ey inananlar! Toplantı günü namaz için çağrı yapıldığı zaman ALLAH’I ANMAYA koşun, alış verişi de bırakın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. Sadakallahül-Azıym.

[Cuma Suresi, 9. ayet]

Bismillahirrahmanirrahiym. Öyleyse BENi ANIN ki, Ben de sizi ANAYIM. Ve Bana şükredin, Bana nankörlük etmeyin. Sadakallahül-Azıym.

[Bakara Suresi, 152. ayet]

Bismillahirrahmanirrahiym. O kişiler inanan ve kalpleri ALLAH’I ANMAKLA yatışan kişilerdir. Gözünüzü açın! Kalpler yalnız ve yalnız ALLAH’I ANMAKLA yatışır/ tatmin olur. Sadakallahül-Azıym.

[Rad Suresi, 28. ayet]

İnsanlar, Kuran’da bu kadar önem verilen “zikrullah”ın ne demek olduğunu, nasıl yapılacağını Kuran’dan öğrenecek yerde sözünü ettiğimiz İslâm düşmanlarından öğrenmeye kalkınca, ortaya “zikr” yaptıklarını söyleyen bir takım gruplar çıkmıştır. Bu gruplar Dünya üzerinde, özellikle geri kalmış, sürünen Müslüman ülkelerde binlerce cemaat, tarikat, zikir halkaları şeklinde oluşmuş; haftanın belirli gün ve saatlerinde doksan dokuzluk, binlik, on binlik elde tespihleriyle “zikr” yaptıklarını zannederek “Allah, Allah”, “La ilahe illallah, La ilahe illallah” veya “Hu, Hu” diye bağırıp durmuş ve bu yaptıklarıyla da kolayca ve garanti olarak cennete gideceklerine inanmışlardır. Acaba bunların yaptıkları ve inandıkları doğru mudur?

Hayır! Bu tarz inanışlar doğru değildir ve bu tip yozlaştırılmış davranışların hiç kimseye bir yararı olmaz. Parayı çok seven veya paraya ihtiyacı olan bir kimsenin herhangi bir para kazanma uğraşısına girmeden, eline bir tespih alıp günde binlerce kez “para, para, para, …” diye sayıklamak suretiyle para kazanması nasıl mümkün değilse, ahirette cennetle ödüllendirilmek isteyen bir kimsenin de, yukarıda açıkladığımız yoz ve saçma davranışlarla Allah’ın rızasını kazanması mümkün değildir. Çünkü Yüce Allah, cennetin bedelini Kuran’da bildirmiştir:

Kesinlikle Allah, Müminlerin CANLARINI ve MALLARINI, KARŞILIĞINDA CENNET VERMEK ÜZERE SATIN ALMIŞTIR. Sadakallahül-Azıym.

[Tevbe Suresi, 111. ayet]

Cennetin bedelinin CANLARIMIZ ve MALLARIMIZ olduğunu söyleyen yukarıdaki ayet Kuran’da duruyor iken, bir insanın bilmem kaç tane tespih çekerek Allah’ın rızasını kazanmayı umması ve cennete gireceğine inanması; ucuza cennet kapatma uyanıklığından (!) veya ömrünü lâklâkla geçiren leylek gibi, ömrü bilinçsizce harcama enayiliğinden başka nedir ki? İslâm düşmanları tarafından uydurulan bu tip yalanlar, insanları gayretten, faaliyetten, rekabetten uzaklaştırıp, tembelliğe, miskinliğe ve uyuşukluğa sevk etmekte ve bu yalanlara uyarak dünya hayatını Allah’ın razı olmayacağı şekle sokanların ahiret hayatlarını da karartmaktadır.

Oysa Allah’ın bizden beklediği doğru davranışların hepsi Kuran’da mevcuttur. ALLAH’a inanan bir Müslüman’a düşen, Allah’ın bizden istediklerini Kuran’daki şekliyle öğrenip uygulamaktır. Konumuz hakkında da Yüce Allah, kendisini anmamızı emretmiştir. Dinini Kuran’dan öğrenen bir Müslümanın bunun nasıl yapılacağını öğrenmek için yapacağı tek şey Kuran’a başvurmaktır. Çünkü “Mâdem ki Yüce Allah kendisini anmamızı istemiştir, bunun nasıl yapılacağını da mutlaka bize bildirmiştir.” mantığı ile başvurulacak ve Allah’ın mesajını taşıyan yegâne kaynak Kuran’dır. Nitekim Yüce Allah, “zikrullah” eyleminin, kendisinin gösterdiği şekilde yapılmasını istemiştir:

Bismillahirrahmanirrahiym. Rabbinizden bir lütuf istemenizde hiçbir sakınca yoktur. Sonra Arafat’tan ayrılıp akın ettiğinizde Meş’ari-Haram’da ALLAH’I ANIN. Ve O’nu O’nun SiZE GÖSTERDiĞi GiBi ANIN. Ve siz bundan önce gerçekten sapıklardan idiniz. Sadakallahül-Azıym.

[Bakara Suresi, 198. ayet]

Yüce Allah’ın, kendisini anmamız için bize gösterdiği, öğrettiği şekil ise iki ayet sonrasında bildirilmiştir:

Bismillahirrahmanirrahiym. Sonra da ibadetlerinizi bitirdiğinizde yine ALLAH’I ANIN, TIPKI BABALARINIZI ANDIĞINIZ GiBi. Hatta DAHA KUVVETLi BiR ANIŞLA ANIN. İnsanlardan bazısı, “Ey Rabbimiz bize dünyada ver!” diyen kimselerdir. Onun için de Ahiret’te bir nasip yoktur. Sadakallahül-Azıym.

[Bakara Suresi, 200. ayet]

Ayetlerden açık ve net olarak anlaşıldığı gibi Yüce Allah, kendisini babalarımızı andığımız gibi, hatta daha kuvvetle/ şiddetle anmamızı emretmektedir.

Bu durumda, öncelikle babalarımızı nasıl andığımızı düşünmemiz gerekmektedir. Babasını, elde otuz üçlük, doksan dokuzluk, binlik, … tespih, gece gündüz “Baba, Baba …” diye diliyle anan bir kişinin bile mevcudiyeti söz konusu olamayacağına göre, burada düğümü çözecek olan ipucu, babamızı anmamızın, onu düşünmemizin nasıl olması gerektiğindedir.

Babalarımızın bizlere “Oğlum/ kızım beni unutma!” dedikleri zaman, elimize bir tespih alıp gece gündüz durmadan “Baba, Baba …” diye tespih çekmemizi kastetmedikleri kesindir. O hâlde babalarımızı anmamız; “onları düşünmemiz, onları aklımızdan çıkarmamamız, ONLARIN BiZLER ÜZERiNDEKi HAKLARINI DÜŞÜNÜP, ONLARA KARŞI MADDi VE MANEVi SORUMLULUKLARIMIZI HATIRLAYIP ONLARA SEVGiDE, SAYGIDA KUSUR ETMEMEMiZ demektir.

Aksi görüşte olup “zikrullah”ı tespihle yapan zihniyetin, Allah’ın Bakara suresinin 152. ayetinde verdiğiBENİ ANIN ki, Ben de sizi ANAYIM mesajı hakkında ayrıca kafa yormalarında ve Allah’ı “Allah, Allah …” diye anan kullarını, Allah’ın “kulum, kulum …” diye mi andığını düşünmelerinde, kendi çıkarları açısından büyük yarar vardır.

Bu dini en iyi anlayan ve en iyi uygulayanların, peygamberimiz ile onun çağdaşı olan ve ondan eğitim, terbiye alan Müslümanlar, yani sahabe-i kiram oldukları hiç şüphesiz ve tartışmasızdır. Onlar ise bu ayetleri, bugünkü sapık tarikat, tekke ve tasavvuf anlayışıyla anlayıp uygulamamışlardır. Onların, ellerinde tespih, bilmem kaç kere “Allah, Allah …” dediklerini kimseler duymamış, kitaplar yazmamıştır. Onlar, ömürlerini lâklâkla geçirmemişlerdir. Çünkü onlar LÂFLA PEYNiR GEMiSiNiN YÜRÜMEYECEĞiNi bilmekteydiler. Onlar, kişinin aynasının “iş” olduğunun, lâfına bakılmayacağının bilincinde oldukları için ömürlerini hep eğitim ile ve Allah için mücadele (cihad) ile geçirmişlerdir.

Netice olarak anlıyoruz ki ZİKRULLAH/ ALLAH’IN ANILMASI, halk arasında uygulandığı tarzda; elde tespih, dil ile “Allah, Allah …” demek değildir. ZİKRULLAH/ ALLAH’IN ANILMASI; Allah’ın bizler üzerindeki haklarını ve bize sunduğu nimetleri düşünmek, kul olarak O’na karşı sorumluluklarımızı yerine getirip getirmediğimizin kontrolünü yapmak ve verdiği görevleri eksiksiz yerine getirmek, nimetlerine karşı şükredip nankörlük etmemek ve daima bu bilinç içerisinde olmaktır.

Evet, ZİKRULLAH/ ALLAH’I ANMAK işi işte bu dur. Allah’ın istediği de budur.

 

Kıyamet nefesimiz kadar yakın millet! Nefesimiz kadar yakın! Bu dünya, bu nesil, her yönden, her cihetten kıyamet alameti millet! Cehennem bizi bekliyor millet! Cehennem bizi bekliyor!

 

Sistemlerin değişmesi kıyamet alametlerindendir.

[Kitab-ül Burhan fi Alamet-il Mehdiyy-il Ahir Zaman]

 

Savaş sistemlerinin değişmesi:

Eskiden savaşlar, ok ve yayla, kılıçla, kalkanla yapılırdı. Günümüzde silahlarla, toplarla, tanklarla, füzelerle yapılıyor.

 

Tedavi sistemlerinin değişmesi:

Eskiden hastalıklar bitkisel ilaçlarla tedavi edilirdi, günümüzde kimyasal ilaçlarla tedavi ediliyor.

 

Düşünce sisteminin değişmesi:

İnsanlar günümüzde sadece dünyevi ilimleri düşünüyor. Okullarda bizlere sadece dünyevi ilimler öğretiliyor!

 

Hayat sisteminin değişmesi:

Eskiden şehirleşme fazla değilken, günümüzde en üst düzeye çıkmıştır. Herkes şehirleşmeye çalışıyorlar. Eskiden yiyecek, giyecek elde hazırlanırken günümüzde her şey hazır alınıyor!

 

Sağlık sisteminin değişmesi:

Eskiden fazla hastalık yoktu. Günümüzde giydiğimiz kıyafetler, yediğimiz yemekler, içtiğimiz içecekler, bulunduğumuz ortamlar yüzünden ortaya çıkmayan hastalık kalmadı!

 

Eğitim-Öğretim sisteminin değişmesi:

Eskiden dini bilgiler üzerine ağılıklı eğitim verilirdi. Günümüzde ise dünyevi bilimler ağırlıklı öğretim verilmektedir!

 

Ulaşım sistemlerinin değişmesi:

Eskiden atla, eşekle, deveyle yolculuk yapılırdı. Günümüzde arabayla, trenle, uçaklarla yolculuk yapılıyor.

 

Haberleşme sistemlerinin değişmesi:

Eskiden güvercinlerle, atlı habercilerle iletişim sağlanıyordu, günümüzde cep telefonuyla, bilgisayarla, televizyonla, internetle haberleşme sağlanıyor.

 

Cep telefonlarıyla, internet üzerinden, MSN Messenger ile arkadaşlık siteleriyle artık herkes birbiriyle haberleşebiliyor. Zorunlu haller dışında evden dışarı bile çıkmamaları gereken bayanlar bile evlerinden her şeye ulaşıp, istedikleri herkesle görüşebiliyor. Konuşmalarda, sohbetlerle yüz yüze olmadan istenilen konu konuşuluyor artık. Her konuyu konuşuyor birbirini hiç tanımaması gereken erkeklerle kızlar. Her konuyu konuşuyorlar.

 

Hukuk ve yargılama sistemlerinin değişmesi:

Eskiden İslam Şeriatı ile hüküm veriliyordu, günümüzde insanların oluşturduğu derme-çatma kanunlarla hüküm veriliyor!

 

Gelelim Yönetim Sistemlerinin değişmesine!

 

17. yüzyılın sonlarına doğru İngiltere’de meşrutiyet yönetimi kurulmuştu. Burada yaşayanlar pek çok hak ve özgürlük elde etmişlerdi. Fransızlar, İngilizlerin sahip oldukları hak ve özgürlüklerin kendilerine de verilmesini istiyorlardı.

 

Fransa, Kraliyetle yönetilmekteydi. Ülkede yeteri kadar eşitlik ve özgürlük yoktu. Kral, ülkenin tek egemeniydi. Halk yokluk çekerken kral, Paris yakınlarındaki Versay Sarayı’nda[Le château de Versailles] lüks içinde yaşıyordu. Devletin harcamalarını karşılamak için halktan zorla vergi toplanmaktaydı. Bu durum halkın yönetime tepki göstermesine neden oldu.

 

Fransa’da; soylular, rahipler, burjuvalar ve köylüler olmak üzere dört sınıf bulunuyordu. Bu sınıflar arasında haklar ve özgürlükler yönüyle büyük bir eşitsizlik vardı. 18. yüzyılda Fransa’nın katıldığı savaşlar ve gereksiz harcamalar, devletin ekonomik durumunun bozulmasına neden oldu. Giderleri karşılamak için ağır vergiler konuldu. Halk geçim sıkıntısı çekmeye başladı. Bu durum, Fransız İhtilali’nin en önemli nedenlerinden biri oldu.

 

Masonların kışkırtmasıyla Fransız İhtilali, 1789’da başladı. Bu sırada toplanan meclis bir anayasa hazırladı. Böylece Fransa’da meşrutiyet yönetimi kurulmuş oldu.

 

Fransız İhtilali, önce Fransa”yı daha sonra da diğer devletleri etkileyen gelişmelere neden oldu. Hürriyet, eşitlik, adalet, milliyetçilik akımları bütün dünyaya yayıldı. Yeni bir devlet rejimi ortaya çıktı. Krallıklar yıkılarak demokrasi yönetimi kurulmaya başlandı. Milliyetçilik akımı da bütün ülkelere yayıldı.

 

Sefine Radıyallahu Anh anlatıyor: “Resulullah Aleyhisselatu Vesselam buyurdu ki: “Hilafet, ümmetim arasında 30 sürecektir. Bundan sonra saltanat gelecektir.” Said İbnu Cumhan dedi ki:

Sonra ilave etti: “Hz. Ebu Bekir Radıyallahu Anh’ın hilafetini, Hz. Ömer Radıyallahu Anh’ın hilafetini, Hz. Osman Radıyallahu Anh’ın hilafetini, Hz. Ali Kerremullahi Vechehü’nün hilafetini ekle bak!” dedi. Bunları sayınca hakikaten 30 yıl bulduk.” Sefine’ye: “Emeviler, hilafetin kendilerinde devam ettiğini zannederler” denmişti, şu cevabı verdi: “Benî’z-Zerka yalan söylüyor. Emeviler krallardır, hemde en kötü krallar.”

[Ebu Davud, Sünnet, 9, 4647.ve 4648. hadisler; Tirmizi, Fiten 48, 2227. Hadis; Kutub-i Sitte 1680. hadis]

 

Hilafet İslam devletinin yönetim şeklidir! Halkın imamını, yöneticisini kendi seçmesidir. Hz. Ali Kerremullahi Vechehü’nün halifeliği zamanında Mısır Valisi olan Muaviye’nin entrikaları sonucunda, Hz. Ali Kerremullahi Vechehü Kufe’de Miladi 661 [hicri 40] yılında bir harici olan Abdurrahman bin Mülcem tarafından sabah namazına giderken yaralanıp, bu yaranın etkisiyle şehit edilmiştir. Hilafet, Muaviye tarafından, kendinden sonra halifenin atanmasıyla, veliyullah sistemiyle saltanat haline getirildi.

 

Gelelim Türkiye’de saltanatın kaldırılmasına ve cumhuriyetin ilan edilmesine.

 

Osmanlı İmparatorluğu 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması ve Sevr Barış Antlaşması’yla savaştığı cephelerde yenilgi almamasına rağmen yenik sayıldı ve toprakları işgal edildi.

 

1918 yılında Mustafa Kemal Paşa’nın kendi parası ile çıkardığı Minber Gazetesi’nde işgalci İngilizler tebrik edilip, alkışlanmış, 17 Kasım 1918 tarihli aynı gazetede: “İngilizlerden daha hayırlı bir dost olmayacağı” mesajı verilmiştir. Ertesi günü çıkan Vakit Gazetesi’nde “Britanya Hükümeti’nin Osmanlılara karşı olan iyi niyetlerinden şüphe etmediği” haberi yayınlanmıştır. 11 Ekim 1918’de Halep’ten, Mustafa Kemal tarafından Sultan Vahdettin’e çekilen telgrafta; İngiliz himayeciliğine yer verilen, enteresan teklifler ve İngiliz himayeciliğine yapılan iltifatlar bulunmaktadır. [Yalan Söyleyen Tarih Utansın, Mustafa Müftüoğlu]

 

Yapan kim? Mustafa Kemal Paşa!

 

Mustafa Kemal Paşa! Türkiye’yi kuran, Türkiye’nin her şeyini borçlu olduğu Mustafa Kemal Paşa!

 

Mustafa Kemal Paşa Kimdir?

 

Mustafa Kemal Paşa’nın babasının kim olduğu araştırdım. Cafer Tayyar Paşa, Mustafa Kemal Paşa için, “onu tanıdığımdan beri ayyaştır.”dedi. Babası kimdir diye sorulduğunda, “muhtelif şer söylerler” dedi. Babasının kim olduğunu belirtmedi. Büyük Cemal Paşa’nın fedaisi, sadık adamı Tekel İstanbul Baş Müdürlüğü Şubesi amiri iken, kendisinden, Mustafa Kemal Paşa’yı öğrenmek istedim. Bana “bir Sırplı çavuşun, bir çingene kızından yahut karısından doğan bir ailedendir.”dedi.  Ben o zaman Çanakkale Cephesi’nde 1. ordunun emrinde vazife görüyordum. Mustafa Kemal Paşa, “Bitlis’i, Muş’u düşmandan geri istedim” diyor. Hâlbuki Bolşevik devrimiyle Ruslar ikinci ve üçüncü ordu cephelerinden süratle çekiliyordu. Mustafa Kemal Paşa emrindekiler Ruslar’a “bizi neden yalnız bırakıp gidiyorsunuz” diye ateş ediyorlardı. Kör olası İngilizler, başımıza Mustafa Kemal Paşa’yı getirdiler! Bursa’da, Çerkes Bekir Sami, Eskişehir’de Ali Fuad, Ankara’da Jandarma Genel Komutanı Mir Alayı Çerkes Beha, Ankara Alayı komutanı Çerkes Remzi, Çerkes Ethem ve kardeşleri, Keskinli Rıza Bey, Yozgat’ta Çobanoğulları ve pek çokları isteselerdi Mustafa Kemal Paşa’yı görevinden alabilirlerdi. Alavere dalavere ile Mustafa Kemal Paşa komutanlığı ele geçirdikten sonra, bir daha kaptırmamıştır. Fedaileri vasıtasıyla, karşı gelenleri tehdit etmiş ve yok etmiştir. Osmanlı ordusunda Mustafa Kemal Paşa kadar zalim ve haris bir asker görülmemiştir. Mustafa Kemal Paşa Şehzade’yi İstanbul’a çevirmişti. Anadolu’daki meclisin başına geçer, orasını temizler, meşru hale getirebilirdi. “Şimdilik size ihtiyaç yok” demelerine karşılık, “orduda bir asker gibi çalışayım” dediği halde kabul edilmeyerek geri çevrilmesi, Mustafa Kemal Paşa’nın amacını apaçık ortaya koymuştu. Celaleddin Arif’i de bu maksatla meclisin başından çıkartıp kendisi Celaleddin Arif’in yerine geçmiştir. Anadolu’da bulunan paşaları birer bahane devlet sınırları dışına çıkarmıştır. Mustafa Kemal Paşa kendini hem Meclis Başkanı hem de başkomutan yaptırmıştır. Mustafa Kemal Paşa, Afyon’da Ali İhsan Paşa’nın emrindeki 1. orduya Doğu Cephesi’nden Kazım Karabekir’in ordusuyla yetişip, birleşen Osmanlı ordusunun Yunanlıları püskürteceğinden endişe duymuş ve Ali İhsan Paşa’yı Ankara’ya çağırarak emekliye ayırmış ve Konya’da zorunlu ikamete mecbur etmiştir. Zamanında Ankara Ziraat Okulu’nda kalan Mustafa Kemal Paşa’nın emrindeki İsmail Hakkı’nın idaresinde bir piyade takımı mevcuttu. Kısa zamanda bu takımı bir alay kadrosuna çıkarmak için bir jandarma taburunu yanına almıştır. Bu taburun başına Kılıç Ali Bey’in yeğeni Salih Kılıç isminde genç ve parlak bir subayı yüzbaşılığa terfi ettirerek getirmiş. Daha sonra Karadeniz’den gelen Topal Osman’ın çetesini de bir alay haline sokarak ve Topal Osman’a milis kaymakamlık rütbesini vererek onu da emri altına almış, maaşlarını Jandarma Genel Komutanlığı’na ödettirmiştir. Bundan başka birkaç polis alayını da kendi emri altına almıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın adamları Rum ili eşkıyalarından Akif Kaptan, Hasan Rıza, Cavad Abbas, Salih Buzak, Receb Zöhdi, İskilipli Osman Tufan’dır. Bunların birinci adamı, Ernekvili katil ve sabıkalı Şaban! Cevdet Abbas, Kılıç Ali, Receb Zühdü, Salih Bozuk, Osman Tufan ve daha niceleri Mustafa Kemal Paşa’nın adamlarıydı. Ankara polisinde çalışanlarla “A.P.” adlı askeri polis teşkilatında çalışanlar, birbirleriyle yarış derecesine adeta cesede basarak mevki teminine yelteniyorlardı. Bu hafiyelerden hemen herkes çekiniyordu. Mustafa Kemal Paşa, Cafer Tayyar’ın maneviyata, Hilafet ve saltanata bağlılığını biliyordu. Ekilmez soyadını alan Cafer Tayyar hakikaten sefalet içinde denecek kadar yoksulluk geçirdi. Fakat Mustafa Kemal Paşa’ya boyun eğmedi. Mustafa Kemal Paşa, Ali Şükrü’yü mecliste feryat ettiği için, Topal Osman’a boğdurmuştur. Ali Şükrü’nün cesedini bir çuval içine sokarak Ankara’nın görünmez mağaralarından birinin içine attırmıştır. Bu tertibi Kılıç Ali denilen hilekâr telefonla Çankaya’dan idare etmişti. TBMM’de, Mustafa Kemal Paşa’nın Meclise girmemesi için; Selehaddin ve Mersin’li Küçük Cemal Paşalar, Karavasıf ve arkadaşları bir kanun önerisinde bulunmuşlardı. Memleket içinde beş sene oturmayan ve belli bir miktar vergi vermemiş bulunanların, meclise kabul edilmemesini şart koşmuşlardır. Mustafa Kemal Paşa meclise hiç sormadan, karar ve izin almadan kendi seçtiği arkadaşlarından üçer-beşer kişilik birer heyet oluşturup, sınırsız bir yetki vererek istediği illere göndermiştir. Gönderdiği heyetleri koruması içinde jandarmaları görevlendirmiştir. Gönderdiği heyetler her gittiği yerde halkın üzerine korku, bir kâbus gibi çökmüştür. Hiç kimseye sormadan bir düzüne insanı bir gecede idam edebilir. Ve ettiler de! Kararların temyizi yoktur. İl Valisi bile itiraz etse, Mustafa Kemal Paşa’nın gönderdiği heyet İl valisini mahkemeye çıkarabilirdi. Görevlendirdiği heyet Mustafa Kemal Paşa’dan başka kimseden emir almazdı. Ali İhsan Paşa’nın Afyon cephesinden hileyle alınarak Konya’da ikamete zorunlu tutulması Rafet Paşa’yı üzmüştür. Rafet Paşa neden böyle olduğunu anlamış, bu yüzden kendisine teklif edilen 1. ordu kumandanlığını kabul etmemiştir. Rafet Paşa’nın askerlerinin başına Kaçar Nureddin Paşa geçirilmiştir. Başkomutanlık savaşı İhsan Paşa’nın hakkıdır. Afyon’da orduyu taarruza hazırlayan Ali İhsan Paşa’dır. Ordunun başına Mustafa Kemal Paşa geçmiş ve her şeyi kendisi yapmış gibi göstermiştir.

[Bir Osmanlı Askerinin yazdığı Gizli tutulan mektuplar]

 

Mustafa Kemal Paşa’nın babası kimdir?

 

Selanik’te Rıza Efendi adında gümrük memuru birinin üvey oğlu Mustafa Kemal Askeri Okula geliyor. Mustafa Kemal’in babası hakkında çok rivayet var; kimi bir Sırp, kimi bir Bulgar’dır diyor. Anası bunların metresiymiş. Yeni, çıkan 20. Asır Larousse Ansiklopedisi “Pomaktır” diyor. Yunanlardan alınan bilgilere göre Mustafa Kemal’in anası, Selanik’te bir genelevindeymiş. Orada piç olarak Mustafa Kemal doğar. Yenişehir Tırnova’sından ve oranın ileri gelen kabadayılarından Abdoş Ağa Selanik’e gelir, Mustafa Kemal’in anasını görür, alır götürür. Mustafa Kemal 5 yaşlarında iken Abdoş ölmüş, anası oğlu ile Selanik’e gelmiş. 12 yaşında iken Mustafa Kemal, Tırnova’ya gidip miras istemiş ise de piçliğini söylemişler geri göndermişler. Mustafa Kemal okula başlamış. Anası gümrük memuru Ali Rıza ile evlenmiş. Mustafa Kemal anasından bahseder, fakat babasından bir defa bile bahsetmemiştir. Benim araştırmalarıma göre gümrük memuru Ali Rıza Mustafa Kemal’in üvey babasıdır. Mustafa Kemal babasından kendi bahsetmediği gibi diğer birinin bahsettiğini işitirse ona düşman olur. Fransız bakanlarından Hedyo, Paris’te Türkiye üzerine iki konferans verdi. Bunlar Conferencio gazetesinde yayınlandı. Hedyo’da konferansta “Mustafa Kemal Paşa’nın babası meçhuldür”, diyor.

[Türkiye’nin İlk Milli Eğitim Bakanı, Doktor Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, 3. cilt, sayfa 561-562]

 

Yunanlılar “Türkiye Hükümeti Ayasofya’yı cami olarak açamaz. Eğer Türk hükümeti Ayasofya’yı cami olarak ibadete açarsa Yunan Hükümeti de belgelerle Mustafa Kemal Paşa’nın gayri meşru bir çocuk olduğunu, zina çocuğu olduğunu tüm dünyaya ilan eder” diyorlar.

 

Sizlere şimdi anlatacağımız belgenin aslı Osmanlıcadır. Selanik Mahkeme Kararıdır!

Mustafa Kemal Paşa’nın annesi Zübeyde’nin miras davasının kararını açıklayan mahkeme ilamıdır. Sizlere bu belgeni Latin harfleri ile tercüme edilmiş şeklini sunuyoruz.

 

SELANiK ASLiYE HUKUK MAHKEMESi

İlam karar numarası: Adet/451

 

Abduş’un ölümünden sonra Zübeyde Abduş’un karısı olduğunu ve oğlu da Abduş’un oğlu olduğunu iddiası ile açmış olduğu miras davasında Abduş’un kardeşleri, mahkemeye vermiş oldukları iddianamede Zübeyde’nin Abduş’un karısı olmadığını ve genel evinden odalık aldığını ve oğlu Mustafa iki yaşında kucağında olduğunu ve Abduş’un hiç çocuğu olmadan öldüğünü iddiaları ile durumun genel evinden sorulmasını talep etmeleri üzerine; genel evine yazılan tezkerenin cevabında Zübeyde’nin oğlu ile beraber 19 Haziran 1297’de genel evine girmiş. Yeni Şehirli Abduş isminde bir kabadayı ile anlaşıp 11 Nisan 1298’de genel evinden çıkmıştır. Bu tezkere gereği Zübeyde’nin davasının reddine karar verilmiştir. [22 Kanuni-evvel 1298]

 

20 kuruşluk pul                   hakim                  aza              aza

Selanik asliye                                               mühür        mühür

Hukuk mahkemesi

Mühürü

 

 

Avrupalı kaynaklara göre Mustafa Kemal Paşa’nın babası Sırp’tır! Türk değil yani!

Ali Rıza Efendi Mustafa Kemal Paşa’nın üvey babasıdır!

 

Zübeyde Hanım, yaşamının son yıllarında verdiği bir röportajda oğlunu Selanik’te ‘’dondurucu kırklar’’ olarak anılan ve kışın en soğuk 40 gününü ifade eden dönemde doğurduğunu söyledi.

 

Mustafa Kemal Paşa çıkardığı ilk resmi kimlik kartında doğum tarihi olarak rumi takvime göre, 1296 yazılıydı. Bu 13 Mart 1880 ile 12 Mart 1881 arasına karşılık gelmektedir.

 

Mustafa Kemal Paşa 1880 ya da 1881 kışında doğdu.

 

Doğum günü olarak “19 Mayıs 1881” tarihinin belirlenmesi nereden çıktı?

 

Bir gün cumhurbaşkanlığı özel kalem müdürü Hasan Rıza Soyak Mustafa Kemal Paşa’ya bir belge getirdi. Belge, İngiltere’nin Ankara büyükelçiliğinden geliyordu. Bir ansiklopedide yer alacak biyografisi için Mustafa Kemal Paşa’nın tam doğum tarihinin bildirilmesi rica ediliyordu.

 

Mustafa Kemal Paşa düşündü fakat doğum gününü tam olarak bilmiyordu. Aklında mayıs ayı kalmıştı. Özel kalem müdürü Soyak’a döndü, “Bu bir 19 Mayıs günü neden olmasın?” dedi. Yani Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın başladığı tarih!

 

Mustafa Kemal Paşa’nın doğum tarihinin yazıldığı resmi belge İngiliz büyükelçiliğine 10 Kasım 1936 tarihinde gönderildi. Mustafa Kemal Paşa’nın ölümünden tam 2 yıl önce: “Cumhutbaşkanı Atatürk 19 Mayıs 1881 tarihinde doğmuştur.” yazılı belge İngiliz büyükelçiliğine gönderildi.

 

Bu tarihten önce Mustafa Kemal Paşa’nın doğum tarihi konusunda bir kesinlik yoktu. Örneğin, Çankaya Köşkü Yaverlik Dairesi Mustafa Kemal Paşa’nın doğum tarihi hakkında sorulan bir soruyu 1880 olarak cevaplamıştı.

 

Bazı kaynaklara göre Mustafa Kemal Paşa’nın doğum tarihi 13 Mart 1881”dir. Bu karışıklığı Mustafa Kemal Paşa ölümünden 2 yıl önce, kendisi düzeltti. Gerçi Mustafa Kemal Paşa hayatının ilk döneminin fazla kurcalanmasını istememiş, Nutuk’ta her şeyi 19 Mayıs 1919 günü başlatmıştır. Hayattan intikam almaya başladığı tarih!

 

Sabah Gazetesi’nden Figen Yanık’ın, Mustafa Kemal Paşa’nın Ali Rıza Efendi’den sonraki üvey babası Ragıp Bey’in kızı, Mustafa Kemal Paşa’nın da üvey kardeşi Ruhiye Hanım’ın çocuk ve torunları ile görüştükten sonra; Sabah Gazetesi’nde 19 Ekim 2004 tarihinde yayınlanan açıklaması:

 

“Ruhiye Hanım’ın anlattığına göre Mustafa Kemal Paşa küçükken çok sessiz, kendi halinde bir çocukmuş. Böylesine sakin bir çocuğun ilerde Kurtuluş Savaşı’nı gerçekleştirerek bu kadar büyük başarı sağlamasına Ruhiye Hanım çok şaşırırdı. ‘Yaptıklarını izlerken onunla daima iftihar ediyorduk, ama çocukken böyle olacağı hiç kimsenin aklına gelmezdi’ derdi.”

 

1888 yılında Mustafa Kemal Paşa ilkokuldayken Kocası Ali Rıza Efendi’yi kaybeden Zübeyde Hanım, zaman zaman çocukları ile birlikte kardeşi Hüseyin Ağa’nın çiftliğine giderdi. Ali Rıza Efendi’nin ölümü ile dul yaşamaya devam eden Zübeyde Hanım, daha fazla ekonomik sıkıntı çekmemek ve abisine daha fazla yük olmak istemediği için Teselya’dan Mora’ya, Mora’dan da Selanik’e gelmiş olan bir göçmen olan Selanik Gümrükler Baş Müdürü Ragıp Bey’le yaptı. Ragıp Bey’in Afet Hanım’la olan önceki evliliğinden 3 çocuğu vardı. Mustafa Kemal Paşa’nın Süreyya, Hakkı, Ruhiye[kız] adında üvey kardeşleri vardı.

 

Gümrük Memuru Ali Rıza Bey’in ölümü üzerine Zübeyde Hanım yeniden evlenmiş, küçük Mustafa’ya tekrar üvey baba gelmişti. Kardeşi Makbule’ye de üvey baba gelmişti bu evlilikle. Selanik Gümrük Baş Müdürü Ragıp Bey!  Ali Rıza Efendi’nin amiri, şefi olan Selanik Gümrük Baş Müdürü Ragıp Bey!

 

Ragıp Bey, Zübeyde Hanım’la evlendikten sonra; yeni aile;  Zübeyde Hanım’ın eski eşi Ali Rıza Efendi’nin kiraladığı evde oturmak istemesiyle; Ahmed Subaşı mahallesindeki üç katlı, pembe boyalı eve tekrar taşınırlar.

 

Mustafa Kemal Paşa’nın Zübeyde Hanımı “hiç affetmediği” ve evden kaçarak askeri okula yatılı öğrenci yazıldığı bilinir. Mustafa Kemal evden kaçar, çoğu kez dayısının çiftliğinde zamanını geçirir. Fakat ikinci Üvey Babası ile aynı çatı altında yaşamak zorundadır.

 

Mustafa Kemal Paşa Annesi Zübeyde Hanım’la ara ara, az görüşür. İzinli çıktığı sıralarda!

 

Zübeyde Hanım’ın Ragıp Bey ile evlilik yapması, ana ile oğul arasında dikkatlerden kaçmayan bir sorun olmuştu. Ragıp Bey, Teselya’dan Selanik’e göçmüştü. Eşini yitirmiş, 4 çocuğuyla dul kalmıştı. Süreyya ve Hakkı adlarında 2 oğlu ile birinin adı Ruhiye olan 2 kızı vardı. Zübeyde Hanım’la evlendiğinde Mustafa Kemal Paşa ikinci üvey baba sorunu yaşamıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın kardeşi Makbule bu yeni hayata ayak uydurmakta gecikmemişti ama Mustafa Kemal üvey babasının bulunduğu çatı altında oturmak istememişti. Mustafa Kemal Paşa yaşamının sonlarında üvey babası Ragıp Bey’den söz ederken “Bana karşı çok saygılı davranmış, büyük adam muamelesi etmiştir” diye olumlu bir görüş sergilemişti.

 

Mustafa Kemal Paşa’nın üvey kız kardeşi Ruhiye Hanım’ın torunu Ferhat Babür, ailesiyle ilgili bilinmeyen gerçekleri ilk kez anlattı.

 

Ragıp Bey’in en büyük oğlu Süreyya Bey, babası Zübeyde Hanım’la evlendiğinde subaymış. Mustafa Kemal, Ragıp Bey’in subay olan en büyük oğlu Süreyya Bey’e özenmiş. Mustafa Kemal Süreyya Bey’e özenmiş. Süreyya Bey de Mustafa Kemal’i alıp askeri okula yazdırmış. Süreyya Bey, iddialara göre Mustafa Kemal’e bir de bıçak hediye etmiş. “Gerektiği zaman bunu kullanabilirsin’’ demiş. Torun Ferhat Babür’ün açıklamalarına göre Zübeyde Hanım’a ölene kadar anneannesi Ruhiye Hanım bakmış. Mustafa Kemal Paşa subay çıktıktan sonra Zübeyde Hanım ile Ragıp Bey, kendi aralarında çocuklarını evlendirmeye karar vermişler. Mustafa Kemal Paşa ile Ruhiye Hanım’ı, Makbule Hanım ile de Süreyya Bey’i evlendirmek istemişler. Mustafa Kemal Paşa subay çıktıktan sonra evde büyük bir yemek sofrası hazırlanmış. Süreyya Bey, genel de kışlada kalırmış. O gün özel olarak çağırılmış. Herkes bir araya geldikten sonra evlilik fikri ortaya atılmış. Hiç biri bunu kabul etmemiş. Bu aralarında soğukluk yaratmış. Mustafa Kemal Paşa Selanik’ten ayrıldıktan sonra Lozan Mübadelesi ortaya çıkmış. Bu arada Ragıb Bey, Zübeyde Hanım’dan ayrılmış. Ayrıldıktan sonra zor durumda kalmaması için “Sen İstanbul’a git, Makbule ve Ruhiye’yi de yanına al” demiş. Hakkı, onlarla gitmeyi kabul etmemiş. Yalnız gitmek istemiş. Ragıp Bey de Selanik’te kalmayı tercih etmiş. Lozan Mübadelesine göre herhangi birinin orada kalma hakkı yoktu çünkü. Zübeyde Hanım, Balkan Savaşı’ndan sonra Ragıp Bey’den ayrıldı ve artık Osmanlı toprağı olmaktan çıkan Selanik’i terk ederek kızı Makbule ile birlikte İstanbul’a göç ederek Beşiktaş-Akaretler’de bir eve yerleşti. Milli mücadele yıllarında Ankara’ya gelen Zübeyde Hanım, 1919’da ayrılmak zorunda kaldığı oğlunu, yıllar sonra Ankara’da devlet başkanı olarak gördü. Zübeyde Hanım, üvey kızı Ruhiye Hanım ve kızı Makbule Hanım Selanik’ten ayrıldıktan sonra önce İstanbul’a gelip buradan İzmir’e geçiyorlar. Yanlarında tapu getirmedikleri için mübadelede hiçbir şey alamıyorlar. Zübeyde Hanım Karşıyaka’ya yerleşiyor. Makbule Hanım daha sonra İzmir’den tekrar İstanbul’a gelmiş. Ruhiye Hanımın torunu Ferhat Babür çocukken konakta otururlarmış. Hemen her hafta Zübeyde Hanım’ın kardeşi Emine Hanım ziyarete gelirmiş.

[Mustafa Kemal Paşa’nın üvey kız kardeşi Ruhiye Hanım’ın torunu Ferhat Babür]

 

Suriye Cephesi’nden döndüğünde Mustafa Kemal, Zübeyde Hanım’ın Beşiktaş-Akaretler’deki evinde kısa bir süre kaldı. Oradan annesiyle “tartışarak” ayrılmıştır. Arkadaşı Salih Fansa’nın Tepebaşı’ndaki evine geçmiş, birkaç gün de o evin tam karşısında yer alan Pera Palas’ta kalmıştır. Daha sonra Salih Fansa’nın eşinin bulduğu bir kiralık eve, Şişli’de Dul Bayan Madam Kasapyan’ın evine çıkmıştır. Ünlü ev! Bahçe içinde, “müstakil”, kirası çok yüksek, tam 14 lira! [Bahçe bugün kaldırım!]

 

Ev sahibesi bazı kaynaklarda Madam Osepyan, bazı yerlerde “Rum Madam” olarak da geçer. [Mustafa Kemal Paşa’nın bir Ermeninin evinde oturduğunu bilmemizi istememişler.]

 

Mustafa Kemal, annesini ve kız kardeşini de Şişli’ye, yanına almıştı, sonra Samsun’a gitti. Zübeyde ve Makbule Hanımlar tekrar Beşiktaş-Akaretlere döndüler, çünkü oranın kirası 1 liraydı. Mustafa Kemal Paşa annesini ancak 3 yıl sonra görebildi. Bu kez annesini Ankara’ya aldırdı. Zübeyde Hanım Ankara’da da fazla oturamadı, İzmir’in kurtarılışından hemen sonra İzmir’e [biraz da <kız bakmaya>, yani Latife Hanım’ı yakından tanımaya] gitti. Latife Hanımı tarihten silmek için bu İzmir gezisine de sonradan “sağlık nedenleriyle” diye bir kulp takılmıştır.

 

Sultan Vahdettin vatan hainidir değil mi? İhanet etmiştir vatanına?

“Yıldız Sarayı’nın küçücük odasındaydı padişah. İşgal altındaki İstanbul’da elinden gelen hiçbir şey yoktu, ama bir şeyler yapmalıydı. 600 yıllık bir imparatorluk son bulma noktasındaydı. Dedesi Fatih’in, Yavuz’un kendilerine emanet ettiği Osman Gazi’nin tohumunu attığı çınar ağacı devrilmek üzereydi. Devrilmemesi için omuz atmak istiyor ama etrafını çevrelemiş İngiliz askerlerinden buna imkân bulamayacak kadar çaresizdi. Yıldız Sarayı’nın yandığı bir günde etrafındakilerin hüngür hüngür ağladığı esnada onları izleyip “Siz ne ağlıyorsunuz, vatan yanıyor ona ağlayın!” diyen ve ardından da gözyaşlarına boğulan hisli bir insandı! Tahta geçtiği andan itibaren yaşadıklarını bir Rabbi bir de kendisi biliyordu. Tahta çıkmadan önce 5 gün beraber Almanya seyahati yaptığı Mustafa Kemal Paşa’yı o gün saraya çağırmıştı. Vatanı kurtarma noktasında daha önce görüştüğü komutanların hiçbiri bunu göze alamamıştı ve son dayanağı [maalesef] Mustafa Kemal Paşa’ydı. Vahdettin, bundan önce yaptığı hizmetleri hatırlattıktan sonra o tarihi konuşmayı yaptı. Resmi tarihe bir türlü sokulmayan fakat Mustafa Kemal Paşa’nın hatıralarında dahi yer bulan o tarihi konuşma: “Paşa, Paşa! Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Bunları unutun. Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden önemli olabilir. Devleti kurtarabilirsin!” Sultan Vahdettin’in; devletin kurtulacağı noktasında hala ümidi vardı. Ve bu ümidini Mustafa Kemal Paşa’ya da iletmişti. 15 Mayıs 1919 yılında yapılan bu konuşmanın ardından Mustafa Kemal Paşa’ya [bize anlatıldığı şekilde her tarafı sökük, murat 124 tarzı değil; gerçekte sapasağlam olan] Bandırma Vapuru hazırlatıldı. Mustafa Kemal Paşa’nın görevi İngilizlere “orduları teftiş” olarak ifade edilmişti ama Samsun’a büyük yetkiler verilerek, Sultan Vahdettin’in fermanıyla, 6900 yıl boyunca boy’lar, hanedanlar sistemiyle yönetilen halka, padişahın emriyle Mustafa Kemal’e uymaları için, her türlü yardımı yapmaları emriyle gönderilmişti. Samsun’a hareket edecek olan Mustafa Kemal Paşa’ya Sultan Vahdettin kendi şahsi parasından 40 bin lira vermişti.

[Yalan Söyleyen Tarih Utansın, Mustafa Müftüoğlu]

 

Sultan Vahdettin, milli mücadelenin başlangıcı noktasında elinden gelen tüm imkânları kullanmış, bu büyük mücadeleyi bizzat kendisi başlatmıştı. Yıllar sonra Sultan Vahdettin’i torunlarına hain olarak anlatacaklar, türlü iftiralar atacaklardı ama Sultan Vahdettin, kendisini tanıyan gönüllerde Türk Milleti’ne en büyük hizmeti eden şahsiyet olarak anılacaktı.

 

Samsun’da halk Mustafa Kemal Paşa’yı coşkuyla karşılamış değil mi? Kim Mustafa Kemal?

9. ordu müfettişi! ALLAH aşkına biraz mantık kim tanır o zaman Mustafa Kemal’i? Kim? Niye coşkuyla karşılasın? Bugün ki iletişim aygıtları yok, kâfirlerin kontrolü altında olan telefon ve telgraf sistemi var, bozuk dökük hatlarla. Biz bugün bu kadar iletişim aleti olmasına rağmen, yeri geldiğinde bırakın ülkede olup bitenleri, oturduğumuz mahalledeki olayların bile çoğunu bilmiyoruz! 6900 yıl boyunca hanedanlıkla, saltanatla yönetilen, hükümdarlıkla yönetilen halk; ne yapsın Mustafa Kemal’i? Kim Mustafa Kemal? Kim? Sultan Vahdettin Han’ın savaş için görevlendirdiği ve bizzat fermanla her türlü yardımın yapılmasını, emirlerine uyulmasını emrettiği komutan! Samsun’da Mustafa Kemal Paşa’nın karşılanmasını sağlayan da Sultan Vahdettin!

 

Bir de İngiliz belgelerini karıştıralım. Gizli yazışmalara göre; işgalci İngilizler, esir Padişahı Samsun’a çıkmış bulunan Mustafa Kemal Paşa aleyhinde konuşmaya, yazmaya zorlamakta, Vahdettin’in ifadeleri İngilizlerin Dail Mail Gazetesi’nde kendi istedikleri gibi yer almaktadır. Anadolu’da İngiliz idaresinden rahatsızlık duyulmaması gerektiği belirtilerek, Mustafa Kemal Paşa’nın bu topraklar üzerindeki İngiliz idaresinde bir vali olarak çalışmaya hazır olduğu yer almaktadır. Türk Tarih Kurumu tarafından basılan “çok özel yazışmalar” isimli eserde, gizlenen bu gerçekleri okumak mümkündür.

 

Vatanın ve milletin, dinin selameti için, İngilizlerin elinde esir olduğu halde; İngilizlerle ilişki içinde bulunmak vatan hainliği sayılıyor Mustafa Kemal Paşa’ya göre. Biz bu zamanda hür olduğumuzu iddia ettiğimiz halde; en ufak bir konuya davranışlarla karşı çıkmayı bırakın, konuşarak bile karşı çıkmaktan korkuyoruz! Sultan Vahdettin vatan, millet ve din için; işgal kuvvetlerinin elinde esir bulunduğu halde, her türlü riski alıp savaş emrini veriyor! Sıkıntı ve bir dolu zahmetlerle, eziyetlerle kazanılan savaş sırasında işgal altında bulunmalarına rağmen İstanbul’da; Tophane’deki cephanelikten, savaşta kullanılmaları için; mermileri, topları gece karanlığında çok gizli bir şekilde Mustafa Kemal’e gönderttiriyor! Ama Kurtuluş Savaşı’nda bize top mermilerini, bombaları Ruslar göndermişti değil mi? 1917 yılında Bolşevik İhtilâli ile 1. Dünya Savaşı’ndan çekilen ve ekonomik kriz yaşayan Rusya göndermiş. Hani bizi bütün milletler yalnız bırakmıştı? Rusya kendi sorunlarıyla boğuşurken bizi mi düşünecek? Ruslar bize Kurtuluş Savaşı’nda altın gönderdi değil mi? Mustafa Kemal Paşa’nın cumhuriyeti ilanından sonra Orta Asya’daki Türkler [Çeçenler, Kırgızlar, Kazaklar, Türkmenler, Özbekler] kendi kaderlerine terk edildi bu altınların karşılığında.

Ama Türkiye’deki insanlara Orta Asya’daki Türklerin topraklarını 1703-1730 yılları arasında Osmanlı Padişahı olan 3. Ahmed’in zamanında Sadrazamlık yapan Baltacı Mehmet Paşa sattı derler değil mi? Rusya’ya gitmiş, ama neden? 1711 yılında Ruslarla savaşan Osmanlı ordusunun komutanı olduğu için gitmiş!  220 yıl önce Orta Asya’yı Ruslara satmış? Ama nedense Ruslar, 200 yıldan uzun bir süre beklemiş.

Kurtuluş Savaşı’nda Rusların verdiği altınların karşılığında Mustafa Kemal Paşa’nın Orta Asya’yı Rusya’nın kucağına bıraktığını anlatmazlar bizlere. Mustafa Kemal Paşa’nın lisanında yazılan tarih kitaplarında Baltacı Mehmet Paşa sattı yazar! Kötü olan her şeyi Osmanlı yapmış. İyi olan her şeyi Mustafa Kemal yapmış! Nerden biliyoruz bunu? Mustafa Kemal’in lisanında yazılan tarih kitaplarından biliyoruz!

 

Gelelim meselenin diğer boyutuna!

Mustafa Kemal Paşa ve 36 arkadaşına Samsun`a gitmek üzere vize veren kişi İngiliz İstihbarat subayı John Bennet’tir! Mustafa Kemal Paşa ve yakın arkadaşlarının, İstanbul Boğazı’ndan ayrılması için gerekli vizeyi bizzat o hazırladı. Bu işlem için özellikle de İngiltere Dışişleri’nin baskı yaptığını anılarında anlattı. Anılarını ‘Tanık’ isimli kitapta topladı. Yakın bir zamanda yaşamını yitirdi.

Milli Mücadele yıllarında İngilizlerle hep masa başında karşı karşıya geldik. Cephede değil. İngilizler izin vermeselerdi Cumhuriyet kurulabilir miydi acaba? Lozan’da hakem rolündeydiler. Ama asıl büyük oyunları hep Musul ve Kerkük üzerine oldu. Musul Misak-ı Milli sınırları içerisindeydi ama Lozan’da çok kolaylıkla bırakıldı. Asıl büyük zenginlik, Türkiye haritasının dışına bırakılmıştı. Petrol deposu ve hayati önemdeki Musul’da neden ısrar edilmedi? Neden bu kadar kolay bıraktık? İngilizlerin kurduğu oyun tıkır tıkır işledi. Yunanlıların özgürlüklerini kazandıkları yıl 1829’dur. Yunanlıları Osmanlı’ya karşı başkaldırmaya teşvik eden İngilizler’di. Tam 90 yıl sonra yani 1919’da Osmanlı parçalanırken, Yunanlıları Anadolu’ya çıkmaları için tahrik eden yine İngilizler olmuştu. 1918 sonrasında Berlin’de sıkışan İttihatçı şeflerin adresleri, Ermeni suikastçılara İngiliz istihbaratı tarafından verildi. İngilizlerin kurduğu plan hep tıkır tıkır işledi. Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları da Musul ve Kerkük’ü İngilizlere sundular. İngilizler her işin içinde olmuştur ama çok az hedef olmuşlardır.

Neden Güneydoğu’ya yatırım yapmıyorsunuz sorusuna, eski Başbakan Şükrü Saraçoğlu ‘İleride ne olacağı belli olmayan topraklara niye yatırım yapalım?’ cevabını vermişti.

Mustafa Kemal Paşa: “Evet arkadaşlar, o saraylar ve o sarayların etrafını çeviren hainler asırlarca bu milleti aldanışta bıraktılar. Onlar bu milleti ve bu memleketi yalnız iki zamanda düşünürlerdi. Biri paraya, diğeri askere ihtiyaç duydukları zaman! Bir baştan memleketi soyarlar, diğer yandan milletten aldıkları askerle Viyana’yı, Mısır’ı, İran’ı zapt etmek için fetihlere kalkarlardı. Hâlbuki milletin o fetihlerde hiçbir milli isteği, vicdani isteği ve çıkarı yoktu. Onların hırsı, onların şan ve şerefi için, bu milletin çocukları bir daha dönmemek üzere onların arkasından sürüklenirlerdi.

[Mustafa Kemal, Adana Çiftçileriyle konuşma, konuşmanın yapıldığı tarih: 16 Mart 1923, Hâkimiyeti Milliye, 21 Mart 1923]

 

Osmanoğulları, zorla Türk milletinin egemenliğini ele geçirmişlerdi. Bu zorbalıklarını 600 yıldan bu yana sürdürmüşlerdi.

[Mustafa Kemal Paşa, Nutuk, Sayfa 644-645]

 

Mustafa Kemal’e gelince, daha öğrencilik yaşlarında ve bilhassa askeri okulda başlayarak, yaşayan, eğlenen, dünya zevklerine değer veren bir gençtir. İçki içen, eğlentilerden, içkili toplantılardan hoşlanan bir insandır. Bu içki ve eğlence bahislerinde bazı aşırılıklara da kayabilir.

[Kemalist yazar Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, cilt 1, sayfa 106//2008- Remzi Kitapevi]

 

Sürekli içki içen adam puta tapınan gibidir.

 [Ravi: Hz. Ebû Hüreyre Radıyallahu Anh, Ramuz El Ehadis/Ahmed Ziyâüddin Gümüşhanevî, Sayfa 392]

 

Cennete, içki içen giremez.

[Ravi: Hz. Ebû Said Radıyallahu Anh, Ramuz El Ehadis/Ahmed Ziyâüddin Gümüşhanevî, Sayfa 486]

 

Mustafa Kemal’in bütün arzusu, devleti idare edenlerle temaslar yapabilmektir. Mustafa Kemal, memleketin ileri gelenleriyle tanışmak, memleketin ileri gelenlerinden biri olmak ister.

[Kemalist Yazar Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, cilt 1, sayfa 253]

 

Mustafa Kemal’e gelince o realisttir. Ne Hicaz’ın kutsallığına, ne hilafetin değerine inanmaz.

[Kemalist yazar Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, cilt 1, sayfa 265]

 

Suriye’deki ordusunu yüzüstü bırakıp, İstanbul’da şehzade Vahdettin’e yalakalık yapan bir adam!

 

Mustafa Kemal, hem 7. Ordu, hem tekrar tayin edildiği 2. Ordu kumandanlıklarını reddedip İstanbul’a döndüğü zaman… İşte bu sırada Mustafa Kemal, Vahdettin ile Almanya’ya gider.

[Kemalist yazar Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, cilt 1, sayfa 341]

 

[Kemalist kaynaklarda Mustafa Kemal Paşa’nın Türkiye dışına çıkmadığı iddia edilir.]

 

Çünkü geleceğin padişah’ı Vahdettin’in kızını alıp Genel Kurmay Başkanı olmak istiyordu! Mustafa Kemal için düşünülen sultan hanım, Vahdettin’in kızı Sabiha Sultan’dı. Kaldı ki bu sultan hanım bir şehzadeyi, Abdülmecit Efendi’nin oğlu Faruk Efendi’yi seviyordu. Nitekim sonra onunla evlendi de.

[Kemalist yazar Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, Cilt 1, sayfa 325,326]

 

İşgal kuvvetlerinin gözetimindeki padişah, Mustafa Kemal’i müthiş yetkilerle donatarak ordu müfettişi sıfatıyla Anadolu’ya gönderir. Padişah’ın arzusu, Anadolu’da halkın başlattığı Milli Mücadele’nin düzene sokulmasıdır. Mustafa Kemal, kendisine verilen yetkilere dayanarak valilere bile emir verebilmektedir. Devletin kasasında bir kuruş yokken, Mustafa Kemal’in altına Bandırma Vapuru verilir. Mustafa Kemal Samsun’a hareket etmeden önce Padişah Vahdettin’i ziyaret eder. Burada biz susalım, yazar devam etsin!

 

Padişah Vahdettin ile vedalaşma sırasında Padişah Vahdettin elini bir tarih kitabına basarak bir takım cümleler sıralar:

 

“Paşa, Paşa, şimdiye kadar devlete birçok hizmetler ettin. Bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir. Bunları unutma! Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa! Devleti kurtarabilirsin.”

[Kemalist yazar Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, cilt 1, sayfa 370]

 

Sultan Vahdettin’in Kurtuluş Savaşı’ndaki rolü: Mustafa Kemal’in ağzından: 1927-1938 yıllarında sofracılığını yapan Cemal Granda’nın, Mustafa Kemal Paşa’nın ağzından aktardıkları aynı gerçeğe parmak basmaktadır. “Beni, Milli Mücadele’yi açmak üzere bunca paşa arasından seçip Anadolu’ya gönderen Vahdettin’dir. Eğer bu vatanı kurtaran birini aramak gerekirse Vahdettin’i göstermek gerekir!”

 

Bütün Mason sitelerinde Mustafa Kemal Paşa “Mason Liderler Listesinde” yer almaktadır. Babası bile belli olmayan, Suriye’deki ordusunu yüzüstü bırakıp Almanya’ya giden ve oradan da İngilizlerle görüşen, Suriye Cephesi’nde sürekli geri çekilerek Osmanlı topraklarını İngilizlere bırakan Mustafa Kemal!

 

Sabah Gazetesi’nden Figen Yanık’ın, Mustafa Kemal Paşa’nın ikinci üvey babası Ragıp Bey’in kızı, Mustafa Kemal Paşa’nın da üvey kardeşi Ruhiye Hanım’ın çocuk ve torunları ile görüştükten sonra; Sabah Gazetesi’nde 19 Ekim 2004 tarihinde yayınlalan açıklaması:

 

Mustafa Kemal Paşa’nın üvey kardeşi Hakkı Bey nerede?

Ruhiye Hanım’ın diğer Ağabeyi Hakkı Bey, Selanik’ten tek başına İstanbul’a gelmiştir. Ruhiye Hanım’la bir kez görüşmüştü. O yıllarda demiryollarında kondüktördü. Daha sonra kendisinden haber alınamadı. [Devlet Başkanı olan Mustafa Kemal’in üvey kardeşleri birer birer ortadan kaldırılıyor.] Mustafa Kemal Paşa’nın üvey ağabeyi Süreyya Bey nasıl öldü? Mustafa Kemal Paşa’nın üvey ağabeyi Yüzbaşı Süreyya Bey’in ölümü hakkında çeşitli söylentiler var. [Mustafa Kemal Paşa’nın üvey kardeşi Ruhiye Hanım’ın torunu Ferhat Babür’ün anlattıklarına göre öldürülmüştür. Mustafa Kemal Paşa’nın lisanıyla yazılan Kemalist kaynaklara göre de intihar etmiş.]

 

Devlet Başkanı’nın üvey kardeşleri birer birer öldürülüyor, ama devlet başkanı Mustafa Kemal hiç bir şey yapmıyor, çünkü hayattan intikam alabilmek için üvey kardeşlerini öldüren, öldürten Mustafa Kemal Paşa’nın kendisi! Süreyya Bey Mustafa Kemal’e “Gerektiği zaman bunu kullanabilirsin” diyerek hediye ettiği bıçakla öldürülüyor!

 

Mustafa Kemal Paşa’nın boşanma olayından 2-3 gün evvel Latife Hanım kardeşi İsmail ve eşi Süreyya Paşa'nın kızı Melahat ile Ankara'ya gitmişlerdi. Çankaya'da misafir olmuşlar. O vakit Mustafa Kemal'in yanında kâtip sıfatıyla Halit Ziya'nın oğlu Vedad vardı. Güzel tüysüz bir çocuk. Bir akşam karanlık çökerken İsmail'le Melahat balkona çıkmışlar. Bakmışlar Vedad, Mustafa Kemal'i ağacın dibinde yapıyor. Latife'yi çağırmışlar. O da görmüş. Bir kıyamettir kopmuş. Latife, Mustafa Kemal'e: 'Herşeyini gördüm, hepsine tahammül ettim. Artık buna edemem.' demiş. Gazi susmuş, İsmet'in evine gitmiş. 'Bu karıyı şimdi boşayacağım' demiş. İsmet, sabahleyin erken Heyet-i Vekile'yi toplamış. Boşanmaya karar vermişler. İsmet Latife'yi alıp, trene koymuş. Trende teselli etmek istemiş. Latife İsmet Paşa’ya: 'Sus, sus! İsmet Paşa! Sen ona bir gün dalkavukluk etme, seni benden daha rezil eder. Her pisliğine aleti sensin' demiş.

[Türkiye’nin İlk Milli Eğitim Bakanı Doktor Rıza Nur, Hayatım ve Hatıralarım, 4. cilt, sayfa 1357]

 

Latife Hanım'ın yasaklı arşivinin hikâyesi de çok ilginç! Mustafa Kemal Paşa, Latife Hanım'ı boşayınca bütün özel belgelerini alır, öyle gönderir. Ve Latife Hanım ömür boyu özel hayatı hakkında kimseye bir şey söylemez. Hatta onunla görüşüp bilgi almak isteyenler olur, fakat ölüm korkusu ile tek kelime söyleyemez. Fakat Latife Hanım günlük tutmaktadır ve tüm özel hayatını yazmaktadır. Ayrıca kendisine gelen bazı özel mektupları da saklamaktadır. Öldüğü tarih olan 1975 yılından beş yıl sonra, 1980'de mahkeme kararı ile Türk Tarih Kurumu'na verilen bu arşive, 25 sene boyunca teşhir edilme yasağı konur. İşte bu özel arşivin süresi 2005'te bitti ve teşhir edilmesi gerekiyordu. İşte tam o dönemde, bu dehşetli bilgilerin açıklanacağını gören laik basın muazzam bir taarruz başlattı. Çünkü put yapıp taptıkları adamın nasıl bir puşt, nasıl bir şerefsiz olduğu meydana çıkacaktı.

 

Büyük putperest Emin Çölaşan'ın o dönemdeki yazılarına bakalım:

30 Ocak, 2005'te Hürriyet gazetesindeki köşesinden:

“Türk Tarih Kurumu başkanı Halaçoğlu, arşivi açıklamaya niyetli görünüyor. Bu konuda mahkemeden yeni bir karar almadan bunu nasıl yapacak? Bence, doğacak kargaşayı önlemenin en iyi yolu, ilgili kurumların yeniden mahkemeye başvurup bu belgelerin açıklanmasını bir süre daha erteletmesidir. Çünkü her kesimdeki Atatürk düşmanları, Latife Hanım arşivini ellerini ovuşturarak bekliyor. Bu oyuna düşmeyelim.”

 

Emin Çölaşan’ın 2 Şubat'taki yazısı:

“Halaçoğlu tutturmuş, 'Latife Hanım arşivini ille de açıklayacağım' diyor. Dünkü Milliyet'te yer alan sözleri ilginç! Hem de yarın açıklayacağını söylüyor! Aynı sözleri daha önce İslamcı basına söylemişti. Bu ne acele, neyin acelesi! Belli ki arşivi okumuş.”

 

Arşiv'in gizli kalacağı 3 Şubatta açıklanınca, Emin Çölaşan’ın 4 Şubat’taki yazısı:

“Noter tebligatı olmasa da açıklayamazdı. Bizler, Mustafa Kemal Atatürk'ün aydın izinden yürüyen milyonlar, aslanlar gibi buradaydık. Ebediyete göçmüş saygın insanları birilerinin sinsi çıkarlarına alet ettirmezdik. Hevesleri kursaklarında kaldı. Geçmiş olsun!”

 

Önce açıklayalım, Doktor Rıza Nur kimdir?

 

TBMM 1. Dönem ve 2. Dönem'de Sinop milletvekilliği yapmıştır. TBMM tarafından seçilen 1. İcra Vekilleri Heyeti içinde Türkiye'nin İlk Milli Eğitim Bakanı olmuştur. Daha sonra Sağlık Bakanlığı görevinde bulunmuştur. Lozan Antlaşması müzakerelerine katılmış. Moskova Anlaşmasına gönderilen heyetin içinde yer almıştır. Siyaset adamı, yazar, Türkolog-Tarihçi ve doktordur.

 

Türkiye’nin İlk Milli Eğitim Bakanı Doktor Rıza Nur anlatıyor, bakın Türkiye'yi kim kurtarmış:

 

“Her yerde vatan müdafaası için harıl harıl çeteler ortaya çıkıyor. Mesela İzmir'de Demirci Efe, Sarı Efe, Çerkez Ethem... Bursa'da Gökbayrak, Giresun'da Topal Osman, Adapazarı ve Sakarya boylarında Yahya Kaptan çetesi, İbo... Görülüyor ki, Milli Mücadele hareketi her tarafta millet tarafından düşünülmüş ve yapılmıştır. Bir kişinin değil, binlerce kişinin. Mustafa Kemal'in, İsmet'in bunda zerre kadar hissesi yoktur. Bu esnada Mustafa Kemal hâlâ ortalarda yok. O Anadolu'ya kovuluncaya kadar başka işlerle meşgul olmuştur. Mustafa Kemal Anadolu'ya Milli Mücadele için gelmemiştir. Kovulmuştur. Bunu da kendisi Nutkunda söylüyor. [Nutuk, sayfa 7]

[Türkiye’nin İlk Milli Eğitim Bakanı Doktor Rıza Nur, Hayatım ve Hatıratım]

 

“Mustafa Kemal başkumandanlığı kabul etmem dedi. 'Yahu etme, kabul et.' dedik.  Dedi ki: 'Ben zaten buradan da idare ediyorum. Geri durduğum yok ki.' Ben de: 'Yok, resmen ve mesul olarak ordunun başında olmalısın, o zaman daha gayretle çalışırsın' dedim. Mustafa Kemal tamamıyla ümitsiz, Başkumandanlığı asla istemiyor. Çünkü ona göre mağlubiyet muhakkak. Başkumandan olursa kendi mağlup olacak. Şimdiye kadar İsmet ile Fevzi'yi iki kukla gibi perde arkasından idare etmeye alışmış. Mesuliyetli iş olursa onlara veriyor, şeref olursa kendine alıyor. Resmen ve bilfiil kumandanlığı asla kabul etmiyor. Bütün meclis buna kızıyor. Meclis pek asabileşti. O da “kabul etmem” diyor, başka bir şey demiyor. Kızmışım, bir aralık: 'Ne güne duruyorsun? Hangi işe yarayacaksın' diye bağırdım. Kızılca kıyamet koptu. Mustafa Kemal ta kürsüden küfürler ve tehdit yağdırdı. Mustafa Kemal: 'Mağlubiyet muhakkak, sen beni rezil olsun, şerefi gitsin diye başkumandan yapmak istiyorsun' dedi. Bu söz bana müthiş ağır geldi, çıldıracaktım. Yahu bu ne adam? Koca bir millet gidiyor, kendi şerefini düşünüyor. Hiç olmazsa insan utanır da bunu söylemez. Ne adi, ne belâ bir adama çatmışız. Şeref! Sanki Suriye'de mağlup olan kendi değil. Baktım, kudurmuş köpek gibi olmuş. Herkes de bir şey söylüyor. Her söyleyen ile dalaşıyor. 3 gündür uğraşıyoruz, kabul ettiremiyoruz. Nihayet geldi, resmen celsede şu teklifi yaptı: 'Eğer meclis bütün yetkileri bana verirse kabul ederim' dedi. Ben bunu duyunca yumruğumu küt diye kafama vurmuştum. 'Bu adam ne istiyor? Bu nasıl iş? Bu verilebilir mi?' diye bağırmışım. Arkadaşlar söylediler. Bu müthiş bir şey! Başkumandanlık için böyle bir şeye lüzum yok ki. Yeterli yetkilere zaten sahiptir. Demek bu adamın amacı kötüdür. İçinde kim bilir ne domuzluklar vardır. Herkesi emri altına almak ve kimseye söz hakkı vermemek, milleti inim inim inletmek istiyor. Kendi kendince kanunlar yapacak. Şunu bunu asıp kesecek. Kendine köle gibi itaat etmeyenleri imha edecek. Yapar mı yapar! Artık Meclis'te kavga kıyamet kopuyor. Bu yetkileri vermek istemiyorlar. Ortalık karıştı. Nihayet düşündüm: 'Vahim bir iş ama şu adama ne istiyorsa verelim de Yunan'ı def edelim.' Teklifi yaptım. Nihayet Meclis kabul etti.

[Türkiye’nin İlk Milli Eğitim Bakanı Doktor Rıza Nur, Hayatım ve Hatıratım, sayfa 808-850]

 

Sakarya Savaşında ordumuz tökezleyince başkumandan Mustafa Kemal Paşa kaçmayı düşünmüş.

 

O zamanlar Ankara'da olan Türkiye’nin İlk Milli Eğitim Bakanı Doktor Rıza Nur anlatıyor:

 

“Bu Çal Dağı’nın düşmesi bütün ümitlerimizi bitirdi. Yeniden Türk Milleti’nin istikbali, hürriyeti, hayatı tehlikeye düştü, gidiyor. Artık hep ölü haldeyiz. Kimsede can kalmadı. Ağzımızı bıçak açmıyor. Bunun üzerine Mustafa Kemal orduya geri çekilme emri vermiş. Bu haber de geldi. Mustafa Kemal'in özel hizmetlerinde kullandığı Arnavut yaveri Salih de cepheden geldi. Mustafa Kemal'in eşyalarını topladı. Kaçıyorlar. Mustafa Kemal ata binmiş, sarhoşmuş. Düşmüş, kaburga kemiği de kırılmış. Meğerse Yunanlar sol cephemizi 10 gündür söktüremedikleri için ümitsizliğe düşüp geri çekilmeye karar vermişler. Ağırlıklarını Sakarya'nın batı cephesine alıyorlarmış. Fevzi Çakmak bunu sezmiş ve Mustafa Kemal'e 'Aman geri çekilme! Düşman da geri çekiliyor. Emri geri al.' demiş. Ne ise Mustafa Kemal geri çekilmeyi durdurdu. İşte Fevzi Çakmak bu vaziyeti kurtardı. Yoksa bütün emekler, askerlerin çabaları, dökülen kanlar boşa gidiyordu. Sakarya harbi bitince iki mühim şey olmuştu. Mustafa Kemal hareket etmeden evvel, Meclis'ten kendisine “gazi” ünvanı ve “mareşal” ünvanı verilmesini istedi. Herkes: 'Canım bu adama ne oluyor? Ne istiyor? Bunları ne yapacak?' diyordu. Ve yine: 'Galiba padişah olmak peşindedir. Şimdiden padişah gibi tuğrasına El-Gazî yazmak için bu ünvanı istiyor.' diyorlardı. Şu adam müthiş bir yaratıktır. Ve nutkunda: 'Meclis bana Gazi ünvanını verdi' diyor. Hâlbuki böyle bir şey kimsenin aklına gelmemişti. Kendi istedi. Meclis ise 'Olmaz' dedi. Kıyamet koptu. Nihayet tehdit altında ve kendi adamlarını kullanarak “Gazi” ünvanını aldı. Birkaç gün geçinde de: 'Meclis bana 4 milyon lira nakit mükâfat versin' dedi. Herkes Meclis'te bir daha kızdı ve köpürdü. Bütün meclis olmaz'ı bastırdı. Mustafa Kemal 1 milyona indi. Yine olmaz dediler. Hâsılı meclis: 'Para veremeyiz' dedi ve vermedi. Mustafa Kemal bir müddet uğraştı, baktı olmuyor, vazgeçti. Eğer böyle bir şey lazımsa Meclis kendi verir. Ama yok, bu kendi ister, huyu budur. Sıkılmaz. Nutuk’da bu para meselesinden hiç bahsetmiyor.

[Türkiye’nin İlk Milli Eğitim Bakanı Doktor Rıza Nur, Hayatım ve Hatıratım, sayfa 849]

 

Kemalistler Mustafa Kemal Paşa’nın cephede kaçarken sarhoş olduğu için attan düşüp kaburga kemiklerini kırdığını söylemezler! Cephe de savaşırken attan düştü derler!

 

“Ali Fuad’la bir akşam ikimiz baş başa konuşuyoruz. Mustafa Kemal’in fuhuş hikâyelerinden bahsediyoruz. Dedi ki; “Ayol onun erkekliği yok. Okulda iken, Selanik’te iken beraber çapkınlığa giderdik. Kadınlarla uğraşırdı, bir şey yapamazdı.” Hayret ettim. Bilmezdim. Ankara’da da kimseden işitmemiştim. İnanmak istemedim. Çünkü fuhşa çok düşkün. Bu sözü sonra bir Binbaşı’nın hanımından da işittim. Mustafa Kemal bir aralık buna dadanmıştı, herkesin ağzındaydı. Kadın hasta olmuş, bana başvurdu. Pek güzel bir hanım. Mustafa Kemal ile olan macerasını ne yapıp söylettim. “Mustafa Kemal kadına çok düşkündür. Ama bir şey yapamaz. Erkeklik organı kalkmaz. Uğraşır sürüştürür. Sonunda dışına akıtır. İşte bu kadar” dedi. Bu söz Ali Fuad’ın dediklerini onayladı. Derken Mustafa Kemal Latife Hanım’la evlendi. Latife Hanım Eşimle arkadaştı. Eşime Mustafa Kemal’in kocalık yapamadığından şikâyet etmiş. Eşim de bana söyledi. Latife bu şikâyeti Fethi Beyin eşi Galibe Hanıma da yapmış. Fethi’den işittim. Demek ki Ali Fuad’ın sözü doğruymuş. Demek bu adam ibnedir. Ve bu hali gençliğinden beridir. Şimdi neden bu kadar fuhşa düşkün olduğu anlaşıldı. Anadan doğma uzvu kalkmayanlar. Ya ahmak doğmuş veya diğer bir ifadeyle aklı aşağılık kompleksine girmiştir. Kadına bir şey yapamayanlar, yapamadıkça azar. Ve daha ziyade bu işin üstüne düşerler. Artık deli gibi bir şey olurlar. Her kadına saldırırlar. Akıllarına ziyan gelir. Namuslu, namussuz yeri veya değil bilmezler. Nitekim bu adam bunu son altı yıldır müthiş surette yapmış. Nice namuslu kadınları rıza ile dalavere ile düşürerek, zor ile ırzına geçmiştir. Bununla da kalmazlar, şehvetin marazi kısımlarına da dökülürler. Mesela 8-10 yaşlarında ve daha küçük kızlara da tecavüz ederler. Buna sadizm derler. Zira sadist olurlar. Bu da yeterli gelmez! Erkek çocuklarına düşkün olurlar. Bir şey yapamayınca, bu sefer bu çocuklara kendilerini yaptırırlar. Nitekim Mustafa Kemal son 3-4 yıldır, bunların her türlüsünü yaptı.

 [Türkiye’nin İlk Milli Eğitim Bakanı, Doktor Rıza Nur, Hayatım ve Hatıratım, 3. cilt, sayfa 775]

 

Latife'yle boşandıktan sonra Mustafa Kemal'in zincirleri yeniden çözüldü. Eski fuhşiyat alabildiğine başladı. Çankaya meşhur ve muteber bir kerhane oldu. 20-30 kadın birden doluyordu. Sabahlara kadar mum söndü yapılıyordu. Salih Bozok'la Recep Zühtü İstanbul'da Tokatlıyan'ın arkasında bir ev tutup bunu kerhane hâline koydular. Hem kendileri eğleniyor hem de kadınların iyilerini seçip Mustafa Kemal'e yolluyorlardı. Karılar Dış İşleri Bakanı Tevfik Rüştü'nün evine gidiyor, Mustafa Kemal’de oraya gidip eğleniyordu. Sabahlara kadar türlü fuhuş oluyordu. Dış İşleri Bakanı Tevfik Rüştü kerhaneci başı olmuştu. Zararı yok, zaten bu sayede Dış İşleri Bakanı oldu. Mustafa Kemal boşanınca kadınlar artık doğruca Çankaya'ya, Mustafa Kemal'e gidiyor. Salih’in kerhanesi çok zaman işledi. Öyle rezaletler oldu ki, polis kapatmaya teşebbüs etti. Mustafa Kemal'in en büyük arzularının ocağı yıkılabilir mi? Demek rezaletler ne kadar ilerlemişti. Nihayet polis burasını kapatmayı başarmıştır. Ama aradan yıllar geçti. Mustafa Kemal Konya'ya gitmiş, orada okulu ziyaret edip bir öğretmen kadını beğenmiş, almış getirmiş. Onunla bir müddet eğlendi. Sonra Avrupa'ya tahsile yolladı. Milletin parasıyla fahişelerine ihsan! İzmir'e gitmiş, orman memurunun mektebe giden küçük kızı Afet'i beğenmiş, almış getirmiş. Hadi ona da fuhuş! Sonra onu da İsviçre'ye tahsile yolladı. Vaktiyle metresi Fikriye'yi de göndermişti. Onun usulü bu! Nerede kız görüp beğenirse eşkıya gibi omuzlayıp götürüyor. Hem de okullardan! Ne feci! Evvelce bir gece Ankara Darülmuallimâtı’nı da basıp bir kız kaçırmıştı. Adam hırsız eşkıya! Şimdi en gözdesi Afet yanında! Sözde öğretmen, tarihçi olarak bulunduruyor. İş sade böyle değil. Her taraftan kendisine kadın takdim edenler var. Bir avukat Lütfi var, karısı Bulgar'mış. Çok güzelmiş. Karısını takdim etmiş, baron işi gibi imtiyazlar almış. Şimdi böyle kadın yağmuru var, Çankaya'ya yağıyor! Böyle pezevenklerin bini bir paraya! Maalesef namuslu insanlardan da katılanlar oluyor. Bir gün Çankaya'dan Meclis'e bir telefon geldi. Kütahya milletvekili Nuri arıyor. Sivas milletvekili Rasim'le konuştu. Sonra Rasim gelip bize anlattı, Nuri diyormuş ki: 'Doktor Ömer Şevki Bey nerede? Paşa'ya Müfid Bey'in kızını takdim edecekti. Araba gönderdik bekliyoruz.' Gerçekten Ömer Şevki bu kızı alıp Mustafa Kemal'e o gün götürmüştür. Bunu işiten milletvekilleri hep iğrendik, hem de bir alay mevzuu oldu haftalarca sürdü. Şükür meclis'te namuslu insanlar çokmuş. Herkes Ömer Şevki'den selamı sabahı kesti. Hâlbuki bu adam namusluydu[!]. Çankaya fuhuş merkezine böyle gelip gidenler olduğu gibi 20-30 tane de seçme genç kız ve kadın var. Bunların bir kısmına evlatlığım(!) diyor. Bir tanesi pek meşhur, Almanya'da dans tahsil etmiş bir kız. Güya Çankaya'da dans hocalığı ediyormuş[!]. Sonra bunu da Avrupa'ya yolladı. Dönünce de gözden düştü! Bu işler saymakla bitmez. Bin bir gece masalları gibi! Fuhşun her türlüsü yapılır. Hepsini yazmak uzun ve çirkin!

[Türkiye’nin İlk Milli Eğitim Bakanı, Doktor Rıza Nur, Hayatım ve Hatıratım, sayfa 1318-1321]

 

“Mustafa Kemal İstasyon binasına göçtü. Artık yeni evi orası! Ankara'da (S....) adında biri var. Romanyalı bir Müslüman subaymış. Yanında güzelce bir karı da var. Eşim diyor. Kadın Macar’mış. Akşamdan sabaha kadar vur patlasın çal oynasın gidiyor. Hatta eşi ile Mustafa Kemal'in yanına yerleşmiş beraber içiyorlar, oynuyorlar, bağırıyorlar. Bari kör olasılar, pencereleri kapatın! Hayır! Pencereler tamamen açık! Halk geceleri evin etrafına toplanıp rezaleti seyrediyor. İçki ve şehvetin türlü çığlık ve nefeslerini dinliyorlar. Halk da, milletvekillerinde bir dedikodular koptu. Halk bizi dinsizler, ahlaksızlar diye kesecek. Bazıları bana “şu adama söyle de, yapmasınlar” dedi. Düşündüm, İsmet'in bu adama söz anlatması mümkündür. Ona söyleyeyim de nasihat etsin. Millî davaya zarar verebilecek bir şey olduğunu, bu esnada bunlardan sakınmak gerektiğini söylesin. Hiç olmazsa bu işler gizli kapalı yapılsın. İsmet'i buldum. Dert yanıp, anlattım. Birden hiç ummadığım bir cevap aldım. İsmet kızdı. Sert bir tavır aldı. Ben de Mustafa Kemal'e kızdı sandım. Meğer bana kızmış. 'Herkesin sikinin kâhyası mıyız? Yaparsa yapsın. Sana ne oluyor?' dedi. Birkaç gün geçti, bir de (S....)'nin Ziraat Bakanlığı müsteşarlığına atandığını öğrendim! Al sana işte! Sen misin rezaletin önünü almak isteyen? Düşündüm, demek biz burada vatan için falan çalışmıyoruz. Bir ağanın mevkiine, zevkine, fuhşuna aletiz.

[Türkiye’nin İlk Milli Eğitim Bakanı, Doktor Rıza Nur, Hayatım ve Hatıratım, 3. cilt, sayfa 607]

 

Mustafa Kemal Latife’yi boşamış. Heyet-i Vekile kararı ile yapmış. Bu, Medeni Kanun’a aykırıydı. Boşanmak, iki tarafın rızasıyla veya Mustafa Kemal’in durumu sebebi mahkeme hükmü ile olacaktı. Heyet-i Vekile, adliye kanun ve mahkemelerin üstüne çıkmış ve onları yok sayarak karar vermiş. Al işte, Mustafa Kemal kendi getirdiği kanuna bu kadar uyuyor! Bir medeni kanun yaptı, bugün en başta kendi bozuyor. Hem insanlara ilan ederek bozuyor. İsmet de bunu yapıyor. O, ne yapmaz? Tek mevkide dursun, bunun için cinayetler, katliamlar yapıyor da, bu bir şey mi? Kanunen Latife hala Mustafa Kemal’in karısıdır. Mustafa Kemal ölürse mirasa konar. Latife İstanbul’a geldi. Son zamanda eşimi aramıyordu. Mevhibe ile iyi idi. Eşimin Mevhibe ile haberleşmesi de kesilmişti. Latife şimdi, İstanbul’a gelince, derhal eşimi istedi. Eşim gitti. Ona bir takım mühim şeyler söylemiş, boşanma olayını da anlatmış, “Doktor Rıza gelsin, ona mühim haberlerim var” demiş. Anlaşıldığına göre boşanma olayından 2-3 gün evvel Latife kardeşi İsmail ve kardeşi İsmail’in eşi Süreyya Paşa’nın kızı Melahat Ankara’ya gitmişlerdi. Çankaya’da misafir olmuşlar. O vakit Mustafa Kemal’in yanında kâtip sıfatıyla Halit Ziya’nın oğlu Vedad vardı. Güzel, tüysüz bir çocuk! Bir akşam karanlık çökerken İsmail ve Melahat balkona çıkmışlar. Bakmışlar Vedad Mustafa Kemal’i ağacın dibinde yapıyor. Latife’yi çağırmışlar. Latife de görmüş. Bir kıyamettir kopmuş. Latife Mustafa Kemal’e “her şeyini gördüm, hepsine tahammül ettim. Artık buna edemem” demiş. Gazi (!) savuşmuş. İsmet’in evine gitmiş. “Bu karıyı şimdi boşayacağım” demiş. İsmet sabahleyin erken Hey’et-i Vekile’yi toplamış. Boşanmaya karar vermişler (!). Latife’yi İsmet alıp, trene koymuş. Trende teselli etmek istemiş. Latife ona; “Sus, sus! İsmet Paşa! İsmet Paşa! Sen Mustafa Kemal’e bir gün dalkavukluk etme seni benden daha rezil eder. Hep aleti sensin” demiş. Neden sonra bir gün Ankara’da İsmet’e Latife’yi gördüğümü söyledim. Yüzüme baktı, “Bu bir facia oldu” dedi. Hâlbuki Latife en ziyade İsmet’e kızıyordu. “Bunların bütün sebebi İsmet’tir” diyordu. Bir süredir Mustafa Kemal duramıyormuş. Yine eski hayatı yaşamak istiyormuş. Latife’nin içki ve fuhuş konusundaki engellemelerine fena sıkılıyormuş. Her gün kavga ediyorlarmış. Bunu gören Salih ve diğer avene de Latife’nin karşısına dikilmişler. Yine Latife’nin anlattığına göre o esnalarda bir gün küçük hemşiresi yanında misafir imiş. Mustafa Kemal kıza musallat olmuş. Kız elinden kurtulup kaçmış, ablasının odasına kapağı atmış. Mustafa Kemal elinde rovelver odaya girmiş. Ablası kızı kucaklayıp siper olmuş. Mustafa Kemal ateş etmiş, bereket versin uşak ve Mustafa Kemal’in eskiden beri yanında olan ve her işleri bilen Bekir, Mustafa Kemal’in kolunu tutmuş, kurşunlar boşa gitmiş, üç el ateş etmiş. Boşandıktan sonra Mustafa Kemal Latife’ye 50 bin lira göndermiş. Latife kabul etmemiş. Fakat babası Muammer Bey ayrıcalıklar aldı; Mustafa Kemal de verdi. Mustafa Kemal önemli belgelerini Latife’ye saklatırmış, Latife’yi yollarken onları almış. Latife en ziyade İsmet’e diş biliyordu. “felaketin sebebi odur” diyordu. Ben Türk tarihi ile meşgulüm. Bu sebeple işim çoktu. Geciktim. Yine eşimi yolladım. “havadis al!” dedim. Bu sefer hiç havadis vermemiş ve anlatmış: -Başkâtip Tevfik, arkasından Siirt’li Mahmut gelmişler, Mustafa Kemal tarafından Latife’ye şunu bildirmişler: “Kimseye bir şey söylemesin. İşitirsem, onu derhal mahvederim.” Korkup susmuştur. Bir gün ben gittim. Daha havadis almak için çok uğraştım. Türlü yollardan girdim; bir şey söylemedi. Halini görüyorum, söylemek istiyor, korkuyor. Bilerek saatlerce kaldım. Babası da bizi bir dakika yalnız bırakmadı. Tedbirli adam. Herkes yanına gitmeğe korkuyorlardı. Bir daha gittim. Yine havadis almayı denedim. Yine olmadı. Bir gün eşimle Latife’ye şu haberi gönderdim: “burada durmasın. Sır biliyor diye Mustafa Kemal mutlaka onu imha eder. Hayatı tehlikededir. Avrupa’ya gitsin!” Cevabı şu olmuş: “Benden evvel o Rıza Nur için tehlikedir. Siz gidin!” demiş. Zavallı kimseyle görüşmüyordu. Kahretmiş, sokağa da çıkmıyordu. Güç vaziyet. Daha dün törenler ve alkışlar içinde idi. Şimdi basit bir fert. Çok söyledim. “hava almak lazımdır” dedim. Dinlemedi. Gittikçe zayıfladı, sarardı. Adeta verem oluyordu. Ankara’ya gittiğim vakit gördüm. Evvelce çifte okulların üzerinde “Latife&Gazi Okulu” yazılıydı. Boşandığının ertesi günü adını kazıyıvermişler. Yaban insanlar, çirkin şey. Sonra kendi de bunu işitmiş. Pek gücüne gitmişti. Bundan bana dert yandı. Latife’yi attıktan sonra Mustafa Kemal’in zincirleri yeniden çözüldü. Eski fuhşiyat alabildiğine başladı. Çankaya meşhur ve muteber bir kerhane oldu. 20-30 kadın birden doluyordu. Sabahlara kadar mum söndürmesi oluyordu. Salih, Recep Zühtü, Tokatlıyan’ın arkasında İstanbul’da bir ev tuttular. Bunu kerhane haline koydular. Kendileri de eğleniyor, kadınların iyilerini seçiyor, Mustafa Kemal’e yolluyorlardı. Bu kerhane boşanma işinden biraz evvel kurulmuştu. O vakit karılar Ankara’ya Tevfik Rüştü’nün evine gidiyor, Gazi oraya gelip orada eğleniyordu. Sabahlara kadar türlü fuhuş oluyordu. Dış İşleri Bakanı kerhaneci başı olmuştu. Zararı yok, zaten bu sayede Dış İşleri Bakanı olmuştu. Şimdi karılar doğruca Çankaya’ya, Mustafa Kemal’e gidiyor. Salih’in kerhanesi çok zaman işledi. Öyle rezaletler oldu ki, polis kapamaya bile çalıştı. Mustafa Kemal’in en mühim arzusunu karşılayanların ocağı yıkılabilir mi? Demek rezalet ne kadar ilerlemişti. Sonunda polis burasını kapamayı başarmıştır. Ama yıllar geçti. Mustafa Kemal Konya’ya gitmiş, orda okulu ziyaret edip bir öğretmeni beğenmiş, almış, getirmiş. Onunla bir müddet eğlendi. Sonra Avrupa’ya tahsile yolladı. Milletin parasıyla fahişelerine ihsan! İzmir’e gitmiş. Orman memurunun okuldaki küçük kızı Afet’i beğenmiş, almış getirmiş. Hadi ona da fuhuş. Sonra onu da İsviçre’ye tahsile yolladı. Vaktiyle metresi Fikriye’yi de göndermişti. Onun usulü bu. Bu kızın babası evvelce Sinop’ta imiş. Oradan İzmir’e gitmiş. Sinop’ta biliyorlardı. Kızın şeklini anlattılar. Demek nerede kız görüp beğenirse eşkıya dağa kaldırır gibi, omuzlayıp götürüyor. Hem de okullardan! Ne feci! Evvelce bir gece Ankara Darülmüalimatı’nı da basıp bir kız kaçırmıştı. Adam hırsız, eşkıya! Fakat en sevdiği okul basmak, öğrenci ve hoca kızları çalmak! Türkiye’de hızsızlığın her çeşit ve dağa kız kaldırmak vardır ama henüz böylesi görülmemişti. İcat etti. Dâhiliğini bununla da gösterdi. İş sadece böyle değil. Her taraftan da Mustafa Kemal’e kadın takdim edenler var. Bir avukat Lütfi var. Karısı Bulgar’mış. Çok güzelmiş. Karısını takdim etmiş. Baron işi gibi imtiyazlar almış. Şimdi böyle kadın yağmuru var. Çankaya’ya yağıyor. Mustafa Kemal Paşa, yine bir gün büyük bir ilmi keşif yaptı: “Ege” Yunan kelimesi Türkçe “İge” kelimesinden alınmıştır. “İge” sahip demektir. Mâdem ki, bu kelime Türkçe’den alınmıştır. Yunanlılar Türk’tür dedi. Bu haber dünyada top gibi patladı. Venizelos Atina’da, Eski Kral John Londra’da bunu öğrenince yumruklarını sıkıp, kafalarına vurmuşlar, saçlarını yolmuşlar. “Ah! Eyvah! Biz ne ettikte Türklerle sürekli savaştık. Bu suçumuz, affolunur şey değildir.” demişler. Ağlamaktan gözleri kör olmuş. Venizelos Ankara’ya koşup Mustafa Kemal Paşa’nın eteğine sarılıp öpmüş. Hemen Türkiye ile gayet sadıkane bir dostluk kurmuş. İsmet Paşa ile de sarmaş dolaş şap şap birbirini öpmüşler. Mustafa Kemal bundan sonra o kadar memnun olmuş ki, vaktiyle Lozan’da Yunanlılardan alınan bütün şeyleri, Venizelos’a Ankara hediyesi olarak geri vermiş. Lozan Antlaşması’nın o maddelerini kesip ateşe atarak yakmış. Venizelos, İstanbul’a dönünce, keyfinden doğru Fener’e koşmuş. Patrik’in elini öpmüş. Patrik de Venizelos’un Yunanlılığa ettiği eski ve hele şu yeni büyük hizmetlerinden alnını öpmüş, boynuna bir pırlanta haç takmış; coşup ikisi birden “Kahrolsun Panelenizm” diye bağırmışlar. Keşifler eksik değildi. Yine bir gün keşfin bir yenisi daha dünyayı heyecana düşürdü. Mustafa Kemal gazetelerde açıklamalar da bulundu. Dedi ki: “Bulgarlar Türktür. Kardeşiz. Birleşelim. Bulgar Kralı bana, Ankara’ya gelsin”. Bulgar Kralı inanmadı. İran şahı, Irak Melik’i Ata Put Mustafa Kemal’in ayağına koştukları halde Bulgar Kralı gelmedi. Hatta aldırmadı bile. Ne yapalım. Zarar eden kendisi! Gelseydi bu da ötekiler gibi bir hediye alırdı. Mesela Edirne’yi Bulgarlara hediye ederdi. Bu nimetin değerini bilmedi. Fırsatı kaçırdı. Sonra pişman olacak ama iş işten geçti. Bu Mustafa Kemal’in diplomatlıktaki şaheseridir. Hem de yüce ilminin delilidir. Ne dersin, böyle bir yüksek diplomatlık, tutmadı. Eh. Bazen olur. Eh şu Bulgar Kralı Türklüğe uysaydı, bak nasıl tutardı. Doğrusu ipte armut gibi sallanırdı. Sallanınca herkes de bu bilgi, bu diplomatlık ne yüce derdi. Ata Put Mustafa Kemal ilmini onaylayan, herkesin gönül rızası, aklı, mantığı gibi saçma şeylere bırakmaz. İpe, zindan, kurşuna, havale eder ki cidden en kesin çözümler. Ne harika bir Put! Bunu nasıl bilmiş ve bulmuştur. Yine fesatçılar dediler ki: “şimdi iple, kurşunla hükmünü yürütüyor. Ama dünyadan göçünce bunların hepsi harman gibi savrulacak. Saman gibi uçup gidecektir.” Heriflerin mayası fesat, ne yapalım söylüyorlar. Ata Put, yine bir gün internasyonal kelimesi yerine bir kelime üretmiş, buna “ars-ı ulusal” demiş. Yine yaratılışları alaycılık olan yalancılar, bir köşeye çekilip kıh kıh güldüler ve dediler ki: “inter” için “ars” ı koymuş. Bu şüphesiz “arası” olacak. Bu “elif” ne olmuş da kelimeden defedilmiş. Lüzumu, hikmeti ne acaba? Herhalde bir suçu yoktu. Hiçbir kelimenin karnını deşip bağırsağını çıkarmak kimsenin haddi ve hakkı değildir. Bunda makul hiçbir sebep de yok. “Elif” bir kazaya uğramış, ama nedir? Manda yuttu desek, bu “Elif” Arnavut kitabı değil, yoksa “Elif’e kızdı da onu sürgüne mi yolladı?” sonunda bulmuşlar; “kelime üretilirken, “Elif” rakı kadehine düşüp içilmiş,” dediler. Ne diyeyim bunlar cahil. Nahiv de i’lal denilen büyük kaideyi bilmiyorlar. “arası” i’lal olmuş “arsı” kalmıştır. Mustafa Kemal bütün o önemli kanunları sarhoş iken yaptı da hiçbir “Elif” kadehe düştü mü? Utanmazlar! Bu lanetliler dediler ki, nasyon, için ulus koymuş. Ulus Türkçe millet demek değildir. ”Türk aşiretleri” demektir. Hep gerçek yüzünü gizlerdi. Mason olduğunu hem Osmanlı döneminde, hem de cumhuriyet döneminde hiç çekinmeden nizam duruşu ile gösterdi ve ispatladı. Anasının mezarında bile utanmadı hain! Anadolu’ya 40 bin lira ile Mustafa Kemal’i gönderip de halkı düşmana karşı ayaklandırması için emri veren Sultan Vahdettin’e ihaneti yapan kimdi?

[Türkiye’nin İlk milli Eğitim Bakanı, Doktor Rıza Nur, Hayatım ve Hatıratım]

 

Mustafa Kemal Anadolu’daki Müslümanları kandırdı ve İngilizlerle Lozan Anlaşması’nı yapıp Müslümanları halifesiz bıraktı ve tüm şehitlerin kanına ihanet etti! İhanetinden dolayı Sultan Vahdettin Han Mustafa Kemal’i ve Mustafa Kemal’e yardım eden asker arkadaşlarını 24 Mayıs 1920 [hicri 1336] tarihinde idama karar verdi.

 

Atatürk Çiftliği mi?

Mustafa Kemal'in Ankara'daki çiftliği gasplarla milletin parasından meydana geldi. Bunun için Tarım Bakanlığı’ndan 50 bin lira aldı. Tarım Bakanlığı’nın bütün traktörlerini, Konya ovasında halk için çalışırken, 20 bin lira nakliye masrafı ettirerek çiftliğine getirtti. Amele, memur, benzin hep Tarım Bakanlığı’ndan. Bunu bana Konya Milletvekili Hoca Musa Kazım yana yakıla anlattı. Ankara Ziraat Okulu’nun öğrenci ve öğretmenlerini çiftliğine taşıdı, orada amele gibi çalıştırıyor. Bu esnada Konya milletvekilleri traktörlerin alınmasını söylediler ama ne fayda! Ankara'daki çiftliği zorla halkın elinden alarak yaptı. Çiftliğin uzunluğu önünden geçen trenle yarım saattir. İki yerli aileden biri, Alişanzâdeler gelip bana anlattı. Salih Bozok gelip çiftliklerini Mustafa Kemal’e satmalarını söylemiş. Razı olmamışlar. Bir gün Salih Tapu memuru ile gelmiş. 'Çiftliğiniz 2 bin lira kıymetinde imiş. Parayı alın, satın' demiş. Satmak istememişler. 'Sonra mahvolursunuz' demiş. Mecburen imzalamışlar. Bu çiftlikte Marmara havuzu adıyla ve çevresi Marmara Denizi şeklinde bir havuz yaptırıp adına da Marmara Havuzu demişti. Boyu 280 metredir. İçinde kayıklar geziyor. Suyunu uzak bir gölden getirdi. Müthiş masraf oldu. Şimdi de Karadeniz şeklinde çok büyük bir havuz yaptırmış. Adına Karadeniz Havuzu demiş, orada karıları filan yüzdürüp eğleniyormuş. Beni bir korku aldı, bu adam aklına geleni yapıyor ya şimdi de Atlas okyanusu yapmak aklına gelirse? Bütün Türkiye su altında bırakır! Bu havuzları Deniz Bakanlığı bütçesinden gemi tamiri diye alınan paralarla yapmıştır.

[Türkiye'nin İlk Milli Eğitim Bakanı, Doktor Rıza Nur, Hayatım ve Hatıratım, sayfa 1243-1746]

 

Mustafa Kemal Paşa, Müslümanların kıyafetinden diline kadar her şeyine karışmış, emirlerine karşı gelenleri de astırmak suretiyle imha etmiştir. Gün geçtikçe daha da azmış, milletin hayatında el atmadık hiçbir şey bırakmamıştır. Mustafa Kemal’in cahilce ve zalimce tavırlarına en yakın arkadaşları bile isyan etmiştir. Meselâ Halide Edip Adıvar, yurtdışında yazdığı: 'Türkiye'de Diktatörlük ve Reformlar' adlı kitabında şöyle demiştir: "Türk Milleti'ne ya şapka giyip medenileşmesini yahut asılarak idam edileceğini söylemek, en azından saçmalıktır..."

 

22 Ağustos 1932 tarihinde, yine Mustafa Kemal'in himayesindeki gazetelerden Milliyet'te bir makale yayınlanır, başlığı da şu:

 

'Yeni Türk Sözlüğü hakkında Gazi Hazretleri'nin gösterdikleri küçük bir misal'

 

Bu yazıda Mustafa Kemal Yunus Nadi'ye şöyle buyurmuş (kısaca):

“Şeyh Süleyman'ın Çağatay sözlüğünde: 'Kilturmak' kelimesi var. 'Mak' ekini kaldır, geriye kiltur kalır. İşte bu, Fransızların “culture” kelimesinin aslıdır. Bu kelime kültür anlamındadır ve Fransızlara bizden geçmiştir. Mustafa Kemal’in bu saçmalıklarını Paris'te gazeteden okuyan Türkolog ve Doktor Rıza Nur, hatırâtında bu konudan şöyle bahseder: “Ağlayayım mı, güleyim mi, öleyim mi? Bu adamın bu safsatalarını okudukça Paris'te ben utanıyorum. Böyle cehalet görülmemiştir. Bu iki kelimeyi bir yapmak için yürüttüğü düşünceler o kadar gülünç ki, ancak bir deli kafasından çıkabilir. Bu (kilturmak) kelimesi, bizim dildeki (getirmek) kelimesinin Çağatay şivesinden ibarettir. Bunda hars (kültür) manası nerede?”

[Türkiye’nin İlk Milli Eğitim Bakanı, Doktor Rıza Nur, Hayatım ve Hatıratım]

 

Aynı makalenin devamında Mustafa Kemal şöyle diyor:

 

-Fransız ilim ve bilimlerinde ilerlemede elde edilen sonuca “culture” deniyor.

 

Mustafa Kemal “culture” kelimesini “ilerlemek” sanıyor. Hâlbuki en vahşi kabilelerin bile kendilerine has bir kültürü vardır. İşte insan hem cahil hem de zorba olursa böyle rezil olur.

 

Bu konuda Yavuz Bülent Bakiler gençliğinde Yakup Kadri ile bir röportaj yapar.

 

Mustafa Kemal Paşa’nın dil konusunda ne kadar cahil olduğunu gösterecek muazzam şeylerden bahseder Yakup Kadri. Yavuz Bülent Bakiler: 'Efendim bunları yazabilir miyim?' deyince: 'Asla! Eğer yazarsan yalan olduğunu söylerim” der. Yavuz Bülent Bakiler, Mustafa Kemal’in bu saçmalıklarını bugün radyo programlarında çekinmeden anlatıyor.

 

Mustafa Kemal Paşa gerçekten “Gazi” olmuştur. 1925 yılının bir yaz akşamı Çankaya'da Halit Ziya'nın oğlu Vedat tarafından bir ağacın dibinde becerilmiş ve “Gazi” ünvanını kazanmıştır.

 

Can Dündar anlatıyor:

Son zamanlarda "Mustafa Kemal Paşa’nın da iyi bir Müslüman olduğunu" anlatan nutuklar türedi. Yapmayın! Bu yolla Mustafa Kemal Paşa’yı sevdiremeyeceğiniz gibi, halka da yanlış tanıtmış olursunuz. Kemalistler ile İslam tartışacaksa hadi gelin Mustafa Kemal'in yıllarca gizlenen konuşmalarını raflardan indirelim.

 

Mustafa Kemal Paşa’nın Kazım Karabekir'e "her şeyden önce din anlayışını kaldırmalıyız" dediğini hangi kitapta gördünüz?

Bir İngiliz yazara söylediği "Benim dinim yok. Bazen bütün dinler denizin dibine batsın istiyorum" sözlerini Diyanet İşleri Başkanlığı'nın girişine assınlar.

 

Can Dündar, 'Elhamdülillah laikiz' diyor.

 

Kazım Karabekir anlatıyor: "Mustafa Kemal Paşa, benim hayretle baktığımı görünce şöyle dedi: “Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkûmdurlar. Böyle kimselerle memleketi zenginleştirmek mümkün değildir. Onun için önce din ve namus anlayışını kaldırmalıyız. Partiyi, bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz. Bu suretle kalkınma kolay ve çabuk olur." [Kazım Karabekir Anlatıyor, (yayına hazırlayan Uğur Mumcu), İstanbul: Tekin Yayınevi. 1990. sayfa, 83-84]

 

Aslında düşman denize patır patır atlamadı, son Yunan gemileri İzmir Limanı’nı 8 Eylül sabahı; Yani Türk ordusunun İzmir’e girmesinden 24 saat önce terk etti. Üstelik Yunan Ordusu’nun önemli bir bölümü Urla üzerinden Çeşme’den Midilli’ye kaçtı, onlara ulaşamadık, önemli bir kısmının da Kütahya üzerinden Mudanya’ya çekilmesine ve Trakya’ya geçmesine izin vermek zorunda kaldık, izleyip tepeleyemedik ama zararı yok!

 

İzmir yangını Yunanlılar giderken değil, Türk ordusu girdikten 5 gün sonra, 14 Eylül günü çıktı ama zararı yok!

 

Yangın da Türk ve Yahudi mahallelerine bir kıvılcım bile düşmedi. Rum, Ermeni ve Fransız mahalleleri yok oldular ama zararı yok!

 

Bunları yazan en koyu Kemalist Falih Rıfkı Atay’ın kitabı sansür edildi, buna benzer satırlar çıkartıldı ama zararı yok!

 

Türkler Anıtkabir [Anıt kâfir] defterine duygularını yazsınlar. Belki herkes gittikten sonra Mustafa Kemal Paşa kalkıp okuyordur defteri.

 

Kemal Tahir olmasaydı, Mustafa Kemal Paşa’nın Süveyş Kanalı’na 2 kere saldırdığını öğrenemeyecektik!

 

Kurtuluş Savaşı olarak adlandırdığımız savaşta; gerçekte Sultan Vahdettin’in emriyle başlatılan savaşta; Türkiye’de yaşayan insanlara anlatıldığına göre ise hem kâfirlerden hem de saltanat sisteminden kurtulma olarak gösterilen savaşın ardından Mustafa Kemal Paşa, Sultan Vahdettin’den Genel Kurmay Başkanlığı’nın kendisine verilmesini istiyor. Sultan Vahdettin bu görevi kendisine vermeyince Mustafa Kemal cumhuriyeti ilan ediyor. Yani Mustafa Kemal Genel Kurmay Başkanı olabilseydi; makamına geçip oturacaktı, Osmanlı belki de devam edecekti. Masonların emrinde olan Mustafa Kemal Paşa Genel Kurmay Başkanlığı kendisine verilmeyince, üstelik Sultan Vahdettin’in Mustafa Kemal Paşa’nın idam edilmesini ferman buyurduktan sonra Mustafa Kemal Sultan Vahdettin’i vatan haini ilan ederek ülke sınırları dışına çıkartıyor.

 

Mustafa Kemal Paşa, Sultan Vahdettin’i niye vatan haini ilan etti? Derler ki, “Mustafa Kemal büyük kararlar vermeden önce 24 saat düşünürmüş”. 6900 yıl boyunca saltanatla yönetilen ve babadan oğula geçen hanedan sistemiyle yönetilen bir kavim. Vahdettin’i öldürmüş olsa yerine Osmanlı soyundan biri geçecek. Başka seçenek yok. Kendisi Osmanlı soyundan değil! Mustafa Kemal’in babası bile belli değil! Bu nedenle Büyük Millet Meclisi’nden faydalanarak kendi diktatörlüğünü kurmuş, kendi sistemini kurmuş ve Vahdettin’i vatan haini ilan etmiştir.

 

Sabah Gazetesi’nden Figen Yanık’ın, Mustafa Kemal Paşa’nın ikinci üvey babası Ragıp Bey’in kızı, Mustafa Kemal’in de üvey kardeşi Ruhiye Hanım’ın çocuk ve torunları ile görüştükten sonra; Sabah Gazetesi’nde 19 Ekim 2004 tarihinde yayınlanan açıklaması:

“Zübeyde Hanım’a üvey kızı bakmış! Bir gün kız kardeşi Emine Hanım Ruhiye Hanım’a ‘’Zübeyde Hanım çok hasta, ona senin bakmanı istiyor’’ demiş. Makbule Hanım, İstanbul’da bir polisle evli olduğu için İzmir’e gelememiş. Zübeyde Hanım ölene kadar ona Ruhiye Hanım bakmış. Hatta Ruhiye Hanım ‘’Zübeyde Hanım’ın ağzına zemzem suyunu bile ben vermiştim” demiştir. Ruhiye Hanım’ın her zaman üzüntüyle bahsettiği bir olay vardı, tabii onu belgelere geçirmek çok zor! Zübeyde Hanım, hasta yatağındayken Mustafa Kemal’i son bir kez daha görmek istemiş. Zübeyde Hanım Ruhiye Hanım’a “Aman kızım bir telgraf çeksene” demiş. Ruhiye Hanım da Mustafa Kemal’e bir telgraf çekmiş. Mustafa Kemal’den “Çok yoğunum, vatan her şeyden mukaddestir. Sağ kalırsan görüşürüz, kalmazsan ALLAH rahmet eylesin!” yazan bir telgraf gelmiş. Ruhiye Hanım bu telgrafı Zübeyde Hanım’a söyleyememiş, yırtıp atmış. Bazı tarihçilere göre ise Zübeyde Hanım’a Latife Hanım bakmış. Hatta Zübeyde Hanım’a “Latife Hanım baktığı için Mustafa Kemal Latife’yle evlenmiş” şeklinde yazdılar. Bunların hiçbiri doğru değil!”

 

Masonların emriyle hareket eden ve istediği makamlar kendisine verilmeyince Osmanlı hanedanını kaldırıp, saltanatı kaldırıp, kendi saltanatını kurmakla uğraşan Mustafa Kemal Paşa, “hiç affetmediği” annesini ziyaret etmeye tenezzül bile etmemiştir! Zübeyde Hanım’ın ölümü sırasında Eskişehir’de bulunan Mustafa Kemal Paşa, 14 Ocak 1923’te İzmir’de vefat eden annesinin cenaze törenine gitmedi. Yaveri Salih Bozok’a telgraf çekerek gerekeni yapmasını istedi.

 

Zübeyde Hanım Mustafa Kemal Paşa’nın evlendiğini göremeden vefat etti. Mustafa Kemal, Zübeyde Hanım’ın ölümünden 15 gün sonra Latife Hanım’la evlendi. Her şey çok çabuk olup bitmişti. Ertesi yıl; Mustafa Kemal Paşa’nın üvey babasının kardeşinin kızı olan, üvey kuzeni olan Fikriye Hanım intihar etti.

 

Sabah Gazetesi’nden Figen Yanık’ın, Mustafa Kemal Paşa’nın ikinci üvey babası Ragıp Bey’in kızı, Mustafa Kemal’in de üvey kardeşi Ruhiye Hanım’ın çocuk ve torunları ile görüştükten sonra; Sabah Gazetesi’nde 19 Ekim 2004 tarihinde yayınlanan açıklaması:

Zübeyde Hanım vefat ettikten sonra Mustafa Kemal Ruhiye Hanım’ı buldurup evlenip evlenmediğini, çocuğu olup olmadığını sormuş. Vali’yi çağırmış ve “Ruhiye Hanım’a Yunanlılar’dan kalan bir evi verin” demiş. İzmir’de Ruhiye Hanım’a ait bir ev vardır. İstanbul’a taşınırken bu ev satılmıştır.

 

“Evet arkadaşlar, o saraylar ve o sarayların etrafını çeviren hainler asırlarca bu milleti aldanışta bıraktılar. Onlar bu milleti ve bu memleketi yalnız iki zamanda düşünürlerdi. Biri paraya, diğeri askere ihtiyaç duydukları zaman! Bir baştan memleketi soyarlar, diğer yandan milletten aldıkları askerle Viyana’yı, Mısır’ı, İran’ı zapt etmek için fetihlere kalkarlardı. Hâlbuki milletin o fetihlerde hiçbir milli isteği, vicdani isteği ve çıkarı yoktu. Onların hırsı, onların şan ve şerefi için, bu milletin çocukları bir daha dönmemek üzere onların arkasından sürüklenirlerdi.

 [Mustafa Kemal Paşa, Adana Çiftçileriyle konuşma, konuşmanın yapıldığı tarih: 16 Mart 1923, Hâkimiyeti Milliye, 21 Mart 1923]

 

Osmanoğulları, zorla Türk milletinin egemenliğini ele geçirmişlerdi. Bu zorbalıklarını altı yüz yıldan bu yana sürdürmüşlerdi.

[Mustafa Kemal, Nutuk, Sayfa 644-645]

 

Yunanlılardan kalan ev! Mustafa Kemal Paşa herkese bir şeyler hediye ediyor!

 

Gelelim halkın seçtiği Millet Meclisine! Lafta halk seçmiş tabi!

 

Mustafa Kemal Paşa önce meclisi seçti, sonra kendisini cumhurbaşkanı seçtirdi, ama yine de cumhuriyet ve kendi cumhurbaşkanlığı üzerinde tam bir uyum sağlayamadı.

[Yalan Söyleyen Tarih Utansın, Mustafa Müftüoğlu]

 

Ama Türkiye’de yaşayan insanlara farklı anlatırlar! Mustafa Kemal halkın seçmiş olduğu millet meclisinde yoğun tezahüratlar yapılarak bir kere cumhurbaşkanı seçildi ve 15 yıl boyunca bu görevde kaldı, yani vefat edene kadar. Mustafa Kemal Paşa’nın son derece büyük bir kamuoyu desteği ile cumhurbaşkanı seçildiği anlatılır!

 

Mustafa Kemal Paşa’nın cumhurbaşkanlığına giden yolu anlatılırken hiç anlatılmayan çok önemli tarihi olaylar nelerdir?

 

İsmet Paşa Lozan’a gitti-geldi ve başarısız oldu. Mustafa Kemal Paşa İsmet Paşa ile Eskişehir’de buluştu ve Lozan hakkında bilgi aldı. Ankara’ya döndüğünde kendisini kimse karşılamadı. Rauf Orbay Başbakan’dı, ona niye karşılanmadığını sordu. Rauf Orbay Başbakan’lıktan istifa etti.

[Yalan Söyleyen Tarih Utansın, Mustafa Müftüoğlu]

 

Koca devleti tek başına kurtardı ya Mustafa Kemal, bu yüzden saygı bekliyor.

 

Meclis Lozan görüşmelerini değerlendirmek için toplandığında tam 9 gün Mustafa Kemal Paşa eleştiri yağmuruna tutuldu. Mustafa Kemal Paşa’ya açıkca yüklenemeyen milletvekilleri İsmet Paşa’ya yükleniyorlardı. Dış İşleri Bakanı İsmet Paşa gensoru ile düşürülecekti. Ama Mustafa Kemal Paşa, Rauf Orbay’ın Lozan görüşmelerine gitmek istediğini yayarak milletvekillerini böldü ve İsmet Paşa’da Lozan’a geri döndü.

[Yalan Söyleyen Tarih Utansın, Mustafa Müftüoğlu]

 

İsmet Paşa Aleyhisselatu Vesselam Efendimiz’e indirilene, Kuran’a küfredildiği resimlerin bulunduğu paralara, kendi cumhurbaşkanlığı döneminde Mustafa Kemal Paşa’nın resmini kaldırıp kendi resminin koydurmuştur! 7 Ağustos 1919 Erzurum Kongresi’nde; Erzurum’da bulunan Kazım Karabekir’e yazdığı 27 Ağustos 1919 tarihli mektubunda “Bütün memleketi parçalamadan Amerikan mandasını kabul etmek, yaşayabilmek için tek çaredir” demiştir. İsmet Paşa Türkiye’de cumhurbaşkanlığı yapmıştır. Türkiye’yi Mustafa Kemal Paşa’yla birlikte Amerika’ya, İngilizlere, masonlara satmışlardır! Türkiye’deki insanlara bazı gericilerin Amerikan himayesini savunduğu anlatılır değil mi?

 

Ali Şükrü Lazistan milletvekiliydi. Bölgesinde yolsuzluk ve zulüm olduğunu mecliste yaptığı bir konuşmada anlattı. Bunun sona erdirilmesi için meclisin ağırlığını koyması gerekiyordu. Ali Şükrü Lozan Konferansı’ndaki başarısızlıkları anlattığı bir oturumda “Savaşta kazanılan masada kaybediliyor” diyordu. Mustafa Kemal Paşa öfkesinden silahına sarılmış, Ali Şükrü de silahını çekmişti.

[Yalan Söyleyen Tarih Utansın, Mustafa Müftüoğlu]

 

“Lozan’daki başarısızlıklar, savaşta kazanılanların masada verilmesi?” Hani şu son dönemlerde biten ve bu maddenin bitiminden önce yer altı ve yerüstü kaynaklarının kullanılamamasının sebebi olan madde! Bu İsmet Paşa’nın Lozan da imzaladığı antlaşmanın maddesidir. Ama Osmanlı zamanından kalma antlaşma olarak anlatılır Türkiye’deki gafillere.

 

Mecliste yaşanan bu olaydan sonra Ali şükrü evinden meclise giderken ortadan kayboldu. Diğer Lazistan milletvekili Ziya Hurşit Ali Şükrü’nün siyasi bir cinayete kurban gitmiş olabileceğini söylüyordu. Ali Şükrü’yü öldürenin Topal Osman olduğu ortaya çıktı. Ali Şükrü’nün cesedi bir kaç gün sonra Topal Osman’ın Çankaya’daki karargâhının yakınlarında toprağa gömülü olarak bulundu. Topal Osman’ın karargâhı top ateşine tutuldu. Topal Osman öldürüldü. Ziya Hurşit, Topal Osman’ın öldürülmesini; izlerin ortadan kaldırılması olarak yorumladı ve Ali Şükrü’nün ölümünden Mustafa Kemal Paşa’yı sorumlu tuttu.

[Yalan Söyleyen Tarih Utansın, Mustafa Müftüoğlu]

 

Ali Şükrü ortadan kayboldu, bir kaç gün sonra Topal Osman’ın karargâhının yakınlarında cesedi bulundu. Bugün o kadar iletişime araştırmaya rağmen bile bir kaç gün içinde bulunamıyor cesetler! Mustafa Kemal Paşa Topal Osman’a Ali Şükrü’yü öldürtüyor, Topal Osman’ı da ortadan kaldırıyor.

 

Mustafa Kemal Paşa, meclisin dağılacağını ve seçime gidileceğini, arkasından da Halk Partisi’nin kurulduğunu açıkladı. Meclis dağıtıldı, Halk Partisi örgütlendi. Mustafa Kemal Paşa Halk Partisi’nin de başkanı oldu. Milletvekilleri Mustafa Kemal Paşa’nın parti başkanlığından istifa etmesi gerektiğini söylediler. Çünkü hem devlet başkanı, hem de parti başkanı olunmamalıydı. Mustafa Kemal Paşa milletvekillerini tersledi. Yeni yönetim şeklinde partiler değil, tek parti olacaktı. Bu da Mustafa Kemal Paşa’nın partisi olacaktı. Bu gelişme üzerine silah arkadaşları Mustafa Kemal Paşa’dan uzaklaşarak Rauf Bey’in önderliğinde toplandılar. Mustafa Kemal Paşa’nın etrafında sadece İsmet Paşa ve Fevzi Paşa kaldı. Tahmin edileceği gibi Halk Partisi her yerde seçimi kazandı! Milletvekili seçilenler Mustafa Kemal Paşa’nın onayı ile seçildi. Halk Partisi’nin seçim bildirgesi 6. maddesinde ‘’Ordu mensuplarının refahlarını sağlamak esastır’’ deniliyordu.

[Yalan Söyleyen Tarih Utansın, Mustafa Müftüoğlu]

 

Mustafa Kemal Paşa Avrupalı kaynaklara göre ve gerçekte diktatördür! Şuan Türkiye’deki gafillere olağanüstü özelliklerle anlatılmaktadır. Mustafa Kemal Paşa Meclis’teki milletvekillerini bile kendisi seçmiştir! Ordu halkı korumak yerine, halk ordu için çalışacak! Ve şu an askeriyenin yaptığı gibi bu sistemi kuran Mustafa Kemal’e tapacak.

 

Yeni meclis toplandı. Çok sesliliğin olmadığı bir meclisti. Asker milletvekillerinin sayısı birinci meclise göre %20’ye çıkmıştı. Tüm ordu ve kolordu komutanları milletvekili seçilmişti. Buna rağmen yine de Mustafa Kemal Paşa’ya muhalifler vardı ve özgür bir oylamada milletvekillerine cumhuriyeti kabul ettirmek mümkün görünmüyordu. Fevzi Paşa mecliste, ordunun son askerine kadar Mustafa Kemal’in yanında olduğunu söyledi.

[Yalan Söyleyen Tarih Utansın, Mustafa Müftüoğlu]

 

Lafta halkın seçme ve seçilme hakkı bulunduğu iddia edilen cumhuriyet, gerçekte askeriye ve diktatörlükle kurulan bir sistem!

 

Mustafa Kemal Paşa hükümeti istifa ettirdi. Ortalık yeniden karıştı. Meclis yeni hükümeti kuramıyordu. İşte bu sırada Mustafa Kemal Paşa “Böyle gitmemeli, yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz” dedi. 29 Ekim günü “Bu koşullar altında hükümet kurmak imkânsız! Türkiye’nin bir cumhuriyet olmasına, başında da bir cumhurbaşkanı olmasına karar verdim.” dedi.

[Yalan Söyleyen Tarih Utansın, Mustafa Müftüoğlu]

 

Türkiye’deki gafillere sözde halkın seçme ve seçilme hakkı verildiği iddia edilen cumhuriyet sistemi, gerçekte diktatörlükle kurulmuştur! Mustafa Kemal Paşa her şeye kendi karar vermiştir!

 

Milletvekilleri Mustafa Kemal Paşa’yı, hükümeti kursun diye çağırmışlardı. Mustafa Kemal Paşa rejimi değiştiriyordu.

[Yalan Söyleyen Tarih Utansın, Mustafa Müftüoğlu]

 

Önce cumhuriyet ilan edildi. Oylamaya meclisin %52.7’si katılmadı. Arkasından cumhurbaşkanlığı seçimine gidildi. Tek aday Mustafa Kemal Paşa’ydı. 334 milletvekilinin 158’i oylamaya katıldı, geri kalan 176 milletvekili ise; ne cumhuriyetin oylamasına nede cumhurbaşkanı seçimine katılmamıştı. Bu durumda Mustafa Kemal hem meclis başkanı, hem cumhurbaşkanı, hem Halk Partisi’nin başkanıydı. Başkomutandı. Cumhurbaşkanı olduğu için hükümeti de kendisi atayacaktı.

[Yalan Söyleyen Tarih Utansın, Mustafa Müftüoğlu]

 

Yani Mustafa Kemal Paşa kendi saltanatını kurmuştur! Her şey elinde! Ne isterse, kimi dilerse o şekilde olacak! Her şey Mustafa Kemal’in istediği şekilde yapılacak! Ama halk seçiyor sözde!

 

1924’de değiştirilen Anayasa gereği Mustafa Kemal Paşa her 4 yılda bir; 1927,1931 ve 1935 de tek aday olarak cumhurbaşkanı seçildi. Fakat yinede meclisin tamamnın oyunu alamadı. 1927’de 335 üyenin 288’nin, 1931’de 351 üyenin 289’unun, 1935’de de 444 üyeden 386’sının oyunu aldı. Mustafa Kemal Paşa işte böyle cumhurbaşkanı oldu.

[Yalan Söyleyen Tarih Utansın, Mustafa Müftüoğlu]

 

29 Ekim günü Mustafa Kemal Paşa’nın Fransız yazar Maurice Pernot’a demeç vermiştir. Mustafa Kemal Paşa, o gün Revue des Deux Mondes için Meclis Başkanı sıfatıyla verdiği son demecinde şöyle diyor:

“Osmanlı imparatorluğu, Avrupa’ya karşı elde ettiğimiz başarılardan çok gururlanarak kendisini Avrupa uluslarına bağlayan bağları kestiği gün düşüşe başlamıştır. Bu bir hataydı. Bunu tekrar etmeyeceğiz. Bizim vücutlarımız Doğu’da ise de düşüncelerimiz Avrupa’ya dönüktür. Memleketimizi çağdaşlaştırmak istiyoruz. Bütün çalışmalarımız Türkiye’de; çağdaş, bu sebeple Avrupalı bir hükümet oluşturmaktır. Uygarlığa girmek arzu edip de Avrupa’ya yönelmemiş millet hangisidir?

[Yalan Söyleyen Tarih Utansın, Mustafa Müftüoğlu]

 

Uygarlık ve Batı!

 

Hz. Ebu Hüreyre Radıyallahu Anh anlatıyor: Resulullah Aleyhisselatu Vesselam buyurdular ki:

“Güneş battığı yerden doğmadıkça kıyamet kopmaz. Batı’dan doğunca, insanlar görür ve hepsi de iman eder. Ancak, daha önce inanmamış veya imanıyla hayır kazanamamış olan hiç kimseye bu iman fayda sağlamaz.’’

 [Buhari, Rikak, 39, İstiska 27, Zekat 9; Müslim, İman 248, [157]; Ebu Davud, Melahim 12, 4312. hadis; Kutub-i Sitte, 4996.hadis]

 

“Güneş battığı yerden doğmadıkça kıyamet kopmaz!” Güneş! Güneş! Güneş doğunca her yer aydınlanır! Herkes uyanır ve çalışmaya başlar! Güneş doğudan doğup, batıdan batar! Güneş battığı yerden doğmadıkça kıyamet kopmaz! Batı/Avrupa 1818-1819 Rönesans-Reform devrimleriyle, 1856 yılında sanayi devrimiyle teknolojik olarak şu anki konumuna gelebilmek için ilk adımları atmıştır. Batı/Avrupa Müslümanlardan öğrendikleri metotları geliştirerek, her türlü teknolojik aleti üretmiş, her şeyin kolayını bulmuştur! Güneşin batıdan doğmasıyla insanlar aydınlanmıştır! İnsanlar Batı’ya/Avrupa’ya yönelmiştir! İnsanlar Batı’dan/Avrupa’dan teknoloji dilenmektedir! İnsanları dinden uzaklaştıran Batı’dan/Avrupa’dan tıp yönüyle, teknoloji yönüyle, … her yönden Avrupa’dan teknoloji dileniyoruz!

 

“Güneş Batı’dan/Avrupa’dan doğunca, insanlar görür ve hepsi de iman eder.” Güneş Batı’dan doğunca herkes iman eder? Yani Batı’ya/Avrupa’ya inanır! Batı’dan/Avrupa’dan gelen ilim ve teknolojiye. Batılılaşmaya/Avrupalılaşmaya çalışır! Avrupa’ya gidip, orda yaşamak için neler yapanlar var!

 

“Ancak, daha önce inanmamış veya imanıyla hayır kazanamamış olan hiç kimseye bu iman fayda sağlamaz!” İslamiyeti tam benimsememiş, ALLAH’a tam olarak inanmamış insanlar Batı’ya/Avrupa’ya yönelir! Dinlerini dünya uğruna yerler! Batı’yı/Avrupa’yı, kâfirleri örnek alarak yaşadığımız şu zamanda; Müslüman olduğumuzu da iddia etsek, kâfirler gibi yaşadığımız sürece yalancılıktan öteye, küfürden öteye gitmiyoruz.

 

Güneş battığı yerden doğunca şeytan secdeye kapanır ve şöyle nida eder: “ALLAH’ım emret! Kimi dilersen ona secde edeyim.”

[Kutubu Sitte 4996.hadis Açıklaması]

 

Şeytanın artık insanları yoldan çıkarmak için vesvese vermesine gerek kalmamıştır! Batı’dan/Avrupa’dan her türlü pislik, her türlü küfür, ortaya çıkmıştır!

 

Biz Mustafa Kemal Paşa’nın yolunda ilerliyoruz değil mi?  Mason Mustafa Kemal Paşa’nın yolunda ilerliyoruz!

 

Çağdaşlık nedir?

 

3 harf. “Ç-a-ğ” harflerinden oluşan bir kelime. Bütün İslam’a düşman politikacıların ağzında, İslam’a düşman gazetecilerin ağzında, İslam’a düşman bütün eğitimcilerin ağzında bir kelime geziyor. “Çağ dışı! Çağ dışı! Çağ dışı!” Bu nedir? Şimdi bunu açıklayacağız! Ve bunun üzerinde ALLAH’ın hükmünü belirteceğiz! Bu kelimenin başka bir hali de “çağdaş” kelimesi. “Çağdaş uygarlık seviyesi, çağdaş eğitim, çağdaş medeniyet, çağdaş görüş, çağdaş felsefe…” Bu kelimelerle neyi, kastediyorlar acaba? Ne demektir bu? Nesillerimize neyi fısıldamak istiyorlar? İslam âlemi için hangi tuzağı kurmayı planlıyorlar? Bunların farkına varmadan, kâfirin hilesini sezmeden Müslüman kalmak vallahi mümkün değildir! Kâfirin hilesini sökeceğiz ilk önce! Bunun içinde tabi Kuran’ı rehber edineceğiz, Kuran’ı kendimize ölçü haline getireceğiz!

 

Geçen asır içerisinde, İngiliz milletinin başında kraliçe olarak bulunan Victoria zamanında; İngiliz parlamentosunun en müthiş adamı dedikleri başbakan William Ewart Gladstone namındaki ALLAH’sız adam! Gladstone! Bu Müslüman milletlerin topraklarında emperyalizmini, yani sömürgesini devam ettirebilmek için çeşit çeşit hileler, çeşit çeşit oyunlar uydurmaya çalışmıştır. Bazı yerlerde başarılı olmuş, bazı yerlerde başarılı olamamıştı. Özellikle Müslüman Türklerin egemenliği altında bulunan topraklara girememişti. Mesela Çanakkale Boğazı’ndan içeri girememişti kâfir, emperyalist İngiliz, istilacı İngiliz. Taarruz eden İngiliz Çanakkale’den içeri girememişti. İngilizleri Müslüman topraklarımıza sokmamak için, tarihin belgeleriyle şahit 500 bin Anadolu çocuğu şehit olmuşlardı. En sonunda Avam kamarasında İngiliz parlamentosu toplantı yaptı. Toplantı da çeşit çeşit meseleler görüştüler. Müslümanların yaşadıkları yerleri işgal edebilmek, oraları ele geçirebilmek, zapt etmek için hangi metodu kullanalım diye aradılar, taradılar, konuşma yaptılar. En sonunda zeki olan, şeytani bir zekâya sahip olan başbakan William Ewart Gladstone kürsüye geldi kamara da ve hiç sözü uzatmadan birden bire elini çekmecenin gözüne attı. Çekmeceden bir kitap çıkardı. Kitap Kuran’dı. Ve şöyle hitap etti: “Sayın İngiliz parlamenterleri, Sayın İngiliz milletvekilleri Müslüman Türklerin elinden ALLAH’ın kitabı dedikleri şu KURAN’ı alamazsak onların topraklarını işgal edemeyiz” diyordu! İşte elimizden Kuran’ı almak için her çareye başvurdular ve ALLAH’ın kitabını kaldırdılar. ALLAH’ın kitabını kaldırdıkları günden beri hangi kitaba sarılacaklarını şaşırıp kaldılar! Biz ne oyunlara gelmişiz ALLAH’ım! Önce gazetecilere, yazarlara, muhabirlere, şairlere, tarihçilere, öğretmenlere, modacılara bir kelime aşılamışlar. “Çağdaş” kelimesi, bir de “çağ dışı” kelimesi. Çağ dışı. Bizzat Galatasaray Lisesi’nin müdürlüğünü uzun zaman yapmış bulunan ALLAH’sız Tevfik Fikret, kâfir Tevfik Fikret bir şiirin de aynen şöyle söylüyor: “Yırtılır, ey köhne kitap [Kuran’ı kastediyor], yarın düşünce mezarı olan sayfaların. Bir nesil yetiştireceğiz, o nesil çıkıp ey eskimiş, köhnemiş Kuran, seni parçalayacak” diyor kâfir! Böyle hitap ediyor Tevfik Fikret! Türkiye’deki politikacıların %90’ını yetiştiren Galatasaray Lisesi’nin müdürü Tevfik Fikret bunu söylüyor! Şu milletin kaderine bak hele! Köhne kitap diye Kuran’a söylüyor! Dinsiz, ALLAH’sız herifler! Medeniyet tarihine geçmişler, edebiyat tarihine geçmiş bu dinsiz herifler! Ve oradan başlamış devam etmiş, Kuran’ı aynen Mekkeli kâfirler gibi yapmışlar. Mekkeli kâfirler ve müşrikler Kuran okundukça, anlatıldıkça, aktarıldıkça, aşılandıkça küplere biniyorlar; saltanatlarının, hükümlerinin yok olacağını hissediyorlar ve Kuran’ı şu şekilde gölgelemeye çalışıyorlardı.

Aynen o kâfirler şöyle söylüyordu: “Ey Mekkeliler, gençler, şerefliler, asiller” diye hitap ediyorlar. “sakın şu Kuran’ı dinlemeyin, şu Kuran’a kıymet, değer vermeyin” diyorlardı. “Kuran söz konusu olduğu zaman, yaygara koparın, çağdışı deyin, böyle kitap olmaz deyin, Muhammed’in [Aleyhisselatu Vesselam] uydurması deyin, yalan deyin, bozun, yıkın, geçin” diyorlardı. “Propaganda yapın” diyorlardı. Ağızlarıyla ALLAH’ın kâinatın ortasında yaktığı Kuran isimli ışığı söndürmeye çalışıyorlardı! Kuran insanoğlunun ışığıdır! Müslümanların ışığıdır! İslam’ı ortaya koyan Kuran’ın kendisi ışıktır! Dini geceler de Müslümanları kandırmak için televizyonlarda mevlit okutturanlar, niçin Kuran’ı kaldırdılar? Müslümanların gerçek ışığı Kuran’ın kendisidir! Ağızlarıyla ALLAH’ın ışığını, nurunu söndürmeye çalışıyorlar! Ağızlarıyla demek ne demek? Yani ağızlarından çıkan kelimelerle söndürmeye çalışıyorlardı! Ağızlarından hangi kelime çıkıyordu? Çağ dışı! Çağ dışı! Çağ dışı! Kuran’a göre bir topluluk oluşturmaya çalışırsanız; bu topluluk çağ dışı bir topluluk oluyor! ALLAH’sız kâfirler! Nasıl da ALLAH’ın nurunu kelimelerle söndürmeye çalışıyorlar!

 

O halde hemen İslam’ın hükmünü ortaya koyalım! Hangi politikacının ağzından işitirseniz, hangi gazetecinin ağzından işitir, yazısından görürseniz, hangi eğitimcinin kaleminden çıkıyor, kelimesinden çıkıyorsa; “çağ dışı” dediği zaman ALLAH’ın dini olan İslam’ı kast ediyor! “çağdaş” dediği zaman İslam’ı inkâr ediyor, “çağ dışı” dediği zaman, evet İslam’a sataşıyor! “çağdaş adam” dediği zaman “kâfir adam” demektir! “çağ dışı adam” dediği zaman “Müslüman adam” demektir! Kelimelerin anlamını iyi anlayın! Avrupa’dan gelirse eyvallah, İslam’dan gelirse hayır diyor adam! Kabul etmeyeceğiz! Yeryüzünün tamamına İslam kayıtsız şartsız hâkim olacak inşallah! Hileleri söküldü onların! Anarşist hareketler ne tatlı ve ne güzel ispat etti! Neyi ispat etti? Kuran’sız yetişen neslin ne olduğunu ne güzel sergiledi! Kuran’sız yetişen nesil görüyor musunuz ne korkunç oldu? Anarşizm bunu sergiledi! Dehşet oldu! Vahşet oldu! Korkunç oldu! Ama Müslümanların uyanmasına sebep oldu! Ey Müslümanlar! Neslinizi kurtarmak için Kuran’dan başka hiçbir kitabınız yoktur sizin! Onlar ağızlarından çıkan kelimelerle Kuran ışığını söndürmek istiyorlardı! Onlar kalemleriyle Kuran’ı kötülemek istiyorlardı! Onlar kelimeleriyle Kuran’ı silmeye çalışıyorlardı! Ama silemediler! Ama yok edemediler!

 

Bismillahirrahmanirrahiym. Onlar ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır. Sadakallahül-Azıym.

[Saff Suresi, 8. ayet]

 

Şimdi bu kelimeleri biraz açıklayalım. “çağ dışı”. “çağ dışı” demekle İslam’ı kastediyorlar! Tamam anladık! Hiç kimsenin itirazını kabul etmeyiz! “çağ dışı” dediği zaman Kuran’ın huzurunda yemin ediyorum ki, İslam’ı kast ediyorlar! “çağ dışı”. İslam. İslam’ı kast ediyorlar! Peki, siz İslam’a “çağ dışı” diyorsunuz. Yani çağ dışı demek; geçersiz, kıymetsiz, değersiz, bir şeye yaramaz demek değil mi? Evet, öyle diyorlar! Peki, neden bir gazeteciniz öldüğü zaman, bir politikacınız öldüğü zaman, bir genel müdürünüz öldüğü zaman, bir profesörünüz öldüğü zaman, bir askeriniz öldüğü zaman,… Neden çağ dışı dediğiniz İslam’ın camisinin musalla taşına getirip o leşinizi musallat ediyorsunuz? Hani çağ dışıydı? İslam çağ dışı? Cami çağ dışı? İmamlar çağ dışı? Musalla taşı çağ dışı? Sen niye cenazeni getirip, çağ dışı camisinin o musalla taşına koyuyorsun? Götür meyhane de kaldır kâfir adam! Gazinodan kaldır cenazeni! Restorandan kaldır! Diskotekten kaldır! Karnavaldan kaldır cenazeni! Niçin camiye getiriyorsun? Senin gözünde cami, İslam, Kuran çağ dışıydı hani? Sahtekâr oğlu sahtekârlar! Ne korkunç hile görüyor musunuz? Hem İslam’a çağ dışı diyecekler! Hem de pislik cenazelerini camiden taşıyacaklar! Ve Müslümanlarda sanki önlerine gelen her cenazeyi kaldırmaya mecburmuş gibi, o ölünün arkasında durup tekbir alıyorlar! Mecbur musunuz? Kılmayın bu heriflerin cenaze namazını! Hiçbir kanun maddesi zorlayamaz sizi vallahi! Özgürlükçü demokrasi dedikleri şu küfür sistemi içinde hiçbir Müslüman’ı musalla taşına gelen cenazenin namazını kılacaksınız diye vallahi zorlayamazlar! Hiç kimse zorlayamaz! Çağ dışı diyorsun sen İslam’a! Sadece bununla kalsalar iyi! Ölüleri oluyor bunların, cenazeleri çıkıyor. Ölülerine bir isim, bir sıfat bulamıyorlar! Ölü! Ölü! Gazetecilerinin, politikacılarının, askerlerinin ölüsüne bir isim bulamıyorlar! Ama çağ dışı dedikleri, geçeri yok, değeri yok, önemi yok, hiçbir şeyi yok dedikleri Kuran’ın verdiği sıfatı, verdiği unvanı; kendi cenazeleri için kullanıyorlar! “şehit” kelimesini kullanıyorlar! Vazife şehidi, demokrasi şehidi, karnaval şehidi, meyhane şehidi, vatan şehidi, … Bu ne sahtekârlık! Hani sen Kuran’a çağ dışı diyordun? Niye Kuran’ın kelimesini kullanıyorsun? Utanmaz adam! Çağ dışı Kuran sana göre! Niye “şehit” kelimesini kullanıyorsun? Defol git! Nehit [eşek] de, şehit deme! Hürriyet şehidi, zürriyet şehidi, zurna şehidi, … Bu nedir böyle? Oyuncak ettiler İslam’ı! Sadece ALLAH’ın dini hâkim olsun diye ölene şehit diyebilirsiniz! “Aman İslam gelmesin! İslam hâkim olmasın” diye bekçilik yaparken ölen adama nasıl şehit diyorsunuz siz? Bu ne çirkin, bu ne serseri adamlar böyle! Onlar böyle hilelerle, korkunç kelime oyunlarıyla İslam’ı nesillerimizin kalbinden sildiler! Bizim neslimizi bu hale getirdiler! Bizim gençliğimizi bu hale getirdiler! Bizim çocuklarımızı, Müslüman milletin nesillerini birbirinin katili, birbirinin canisi, birbirinin zinacısı, birbirinin düşmanı haline getirdiler! Tabi Kuran’ı yıktıktan sonra! Kuran’a iman edilseydi böyle olmayacaktı! İngilizler ne kadar güzel başarılı olmuş görüyor musunuz? Kâfir İngilizler ne dehşet başarılı olmuş!

 

Kâfirler bu propaganda ve kelimelerle, ALLAH’ın yaktığı Kuran ışığını ağızlarıyla söndürmeye çalışıyorlardı. Kelimelerle söndürüyorlar! Kelimelerle bu hainliğe yelteniyorlar! Biz de bu hileleri keşfettik, söylüyoruz! Bütün bu anlattıklarımızda amaç nedir? Sizi ALLAH’a çağırıyoruz biz! Sizi Hz. Muhammed Aleyhisselatu Vesselam’a çağırıyoruz! Bizim her şeyimiz açık, her şeyimiz meydan da! Biz Kuran’dan başka bir kitap kabul etmemişiz ki! Açıkça söylüyoruz bunu! Kellemizi kesseler, kalbimizi kıyma kıyma etseler, Kuran’dan başka bir kitaba yer bulamayacaklar bizim kalbimizde! “ “Bismillahirrahmanirrahiym. Ey Müslümanlar! ALLAH’a ve öldükten sonra dirilmeye inanmayanlarla harp edin, savaşın! Sadakallahül-Aziym.

[Tevbe Suresi, 29.ayet]

“Bu düşmanlar nerde ki savaşalım? Öldükten sonra dirilmeye inanmayanlar nerde?” Senin evinde kardeşim! Okuldan mezun olan çocuklarımızın %99’u öldükten sonra dirilmeye inanmıyorlar! Sen kendin de inanmıyorsun! İnanmış olsan Kuran’a sahip çıkardın! ALLAH’ın haram ettiğini haram etmeyenler! Kim bunlar? Arayıp sormaya gerek var mı? Her şey meydanda! Sırtına kadar soyunan kadına deyin ki, “bu haram değil mi bacım? Bu haram değil mi abla? Bu haram değil mi kardeşim? Niye böyle soyundun?” “Aaa.. sen çağ dışı bir adamsın! Niçin haram olsun? Medeniyet böyle istiyor, ben çağdaş bir insanım. Hayatımı yaşıyorum” diyor. İşte ALLAH’ın haram ettiğini haram saymıyor bunlar!

 

İslam ahkâmına göre; bir Müslüman’ın kızı sırtını, karnını, göbeğini, diz kapağından yukarı da kalan apış aralarını, baldırını vallahi öz babasına gösteremez! Öz babasına hiçbir Müslüman’ın kızı sırtını gösteremez! Bir baba kızının çıplak sırtına bakarsa, kızının baldırına bakarsa vallahi zina etmiş gibidir! İslam budur! Ama sokaklarda görmüyor muyuz? Sırtına kadar soyunmuş binlerce kadın, hayvani bir iştahla sokak sokak sürünüp dolaşıyor!

 

1. Dünya Savaşı’nda İngilizlere, 150 bin Osmanlı Askeri esir düştü.

Bu askerlerin bir kısmı da Mısır’ın İskenderiye şehri yakınlarında bulunan Seydibeşir Usare Kampı’na hapsedildi. Kampın tam adı, ‘’Seydibesir Kuveysna Osmanli Useray-i Harbiye Kampı’’ idi. Bu kampta 1918’de Filistin Cephesi’nde esir düşen 16. Tümenin 48. Alayına bağlı Osmanlı askerleri tutuluyordu. 12 Haziran 1920’ye kadar 2 yıl boyunca her türlü işkence, eziyet, ağır hakaret ve aşağılamaya maruz kaldılar. Bu insanlık dışı muamelenin nedeni ise Ermeniler idi. Kamptaki, Türkçe bilen Ermeni tercümanların yalan, yanlış çevirileri ve kışkırtmaları nedeniyle, kampların İngiliz komutanları, azılı Türk düşmanı kesilmişlerdi. Savaş bitmişti ancak, kamptaki ağır koşullar nedeniyle ölenler dışındaki askerleri teslim etmek, İngilizlerin işine gelmiyordu. Çünkü olası yeni bir savaşta, bu askerlerin yeniden karşılarına çıkabilecekleri, Ermeniler tarafından, İngilizlerin beyinlerine işlenmişti. Çözüm toplu katliamdı. Osmanlı Askerleri, mikrop kırma bahanesiyle, süngü zoruyla dezenfekte havuzlarına sokuldu. Ancak suya normalin çok üzerinde krizol maddesi katılmıştı. Osmanlı Askerleri, daha ayağını soktuğunda, aşırı krizol maddesi nedeniyle haşlanıyorlardı. Ancak İngiliz askerleri dipçik darbeleri ile Osmanlı Askerlerinin havuzdan çıkmalarına izin vermiyorlardı. Müslüman Askerler, bele kadar gelen suya başlarını sokmak istemedi. Ancak bu kez İngilizler havaya ateş etmeye başladı. Askerler, ölmemek için çömelerek başlarını suya soktular. Ancak başını sudan kaldıran artık göremiyordu. Çünkü gözleri yanmıştı. Dışarı çıkanların halini gören sıradaki askerlerin direnişleri de fayda etmedi ve 15 bin Osmanlı Askeri, Müslüman Asker kör oldu. Bu vahşet, 25 Mayıs 1921 tarihinde TBMM’nde görüşüldü. Milletvekilleri Faik ve Şeref Bey’ler bir önerge vererek, Mısır’da esirlerin krizol banyosuna sokularak 15 bin vatan evladının gözlerinin kör edildiğini, bunun faili olan İngiliz tabip, garnizon komutanı ve askerlerinin cezalandırılması için TBMM’nin harekete geçmesini istediler.

 

Mustafa Kemal Paşa kendi saltanatını kurma çalışmaları devam ederken, baş olma sevdası yüzünden, bir an önce kendi sistemini kurabilmek için uğraşırken, kimse bu konuyu açmadı. Unutuldu gitti.

 

İnsanların ihtilaf ve sosyal sarsıntılar içinde bulundukları zaman kıyamet yaklaşmış olacaktır.

[Ramuz-el E-hadis, 7/7]

 

Şuan günümüzde sözde halkın seçtiği yöneticiler zamanında bile hiçbir ülkenin ekonomisi düzgün değil!

 

Haram olan şeylerin helal sayılması kıyamet alametlerindendir.

[Ölüm-Kıyamet-Ahiret ve Ahir zaman Alametleri, sayfa 464]

 

Bir fitne görülür, bunu diğer fitneler takip eder. Bundan sonra bütün haramların helal sayılacağı bir fitne gelir.

[Kitab-ül Burhan fi Alamet-il Mehdiyy-il Ahir zaman, sayfa 26]

 

“Bir fitne görülür, bunu diğerleri takip eder. Bundan sonra bütün haramların helal sayılacağı bir fitne gelir.” Nedir bu fitne?

 

“İngiliz Başbakanı William Ewart Gladstone kürsiye geldi kamara da ve hiç sözü uzatmadan birden bire elini çekmecenin gözüne attı. Çekmeceden bir kitap çıkardı. Kitap Kuran’dı. Ve şöyle hitap etti: “Sayın İngiliz parlamenterleri, Sayın İngiliz milletvekilleri Müslüman Türklerin elinden ALLAH’ın kitabı dedikleri şu KURAN’ı alamazsak onların topraklarını işgal edemeyiz” diyordu!

 

Kuran, Müslüman Türklerin elinden nasıl ve kim tarafından alınmıştır?

 

Kuran, Müslüman Türklerin elinden Mason Mustafa Kemal Paşa’nın yaptığı devrimlerle alınmıştır! Mason Mustafa Kemal Paşa’nın kurduğu sistemle alınmıştır!

 

Mustafa Kemal Paşa İngilizlerin emriyle, İslam’ı bozmak için her şeyi yapmıştır! Sultan Vahdettin’i vatan haini ilan edip, ülke topraklarından çıkardıktan sonra millet meclisi tarafından halife seçilen Abdülmecit Efendi’yi de çeşitli bahaneler öne sürerek 3 Mart 1924’te halifelikten men etmiş ve halifeliği kaldırarak Tüm İslam dünyasını başsız bırakmıştır!

 

Mustafa Kemal Paşa halifeliği kaldırdıktan sonra Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kurmuştur. Mustafa Kemal Paşa din ile devlet işlerinin ayrılması kanunu olarak “Laiklik ilkesini” getirmiştir. Mustafa Kemal Paşa Türkiye’de yaşanan İslam’a her şekilde müdahale etmiş, ama İslami hükümlerin devlet yönetimine karışmasını engellemiştir!

 

Peki, insanlık tarihinde Laiklik nasıl ortaya çıkmıştır?

Önce ilk Laik kimdi, ona değinelim.

 

Bir insanın hem Müslüman hem de laik olması mümkün değildir. Şeytan Allah’a inanıyordu fakat kendisiyle ilgili Allah kanunlarını kabul etmiyor, bizzat kendi hayatı için kendisi kanun koyuyordu. Şeytanın iddia ve mesajı şu idi: “Ya Rabbi sen beni ateşten, Âdem’i de topraktan yarattın. Benim kanunuma göre ateşten yaratılan bir kimse, topraktan yaratılan bir kimseye secde etmez.” Bu sebeple “Yeryüzünde ilk laik kimdir?” sorusuna verilecek en doğru cevap “Şeytandır”. Ve yine yeryüzünde kendi yaratılışını, kanını, ırkını üstün tutmak suretiyle de ilk ırkçı, ilk faşist ilk milliyetçi de şeytandır. Tabii ki, insan neslinden de ilk laik ve ilk katil Kabil’dir. Çünkü o da şeytan gibi Allah’ın kendisi için koyduğu kanunu reddetti ve kendisi aile hukukuyla ilgili kanunu koydu. Dikkat edilirse Laik insanların hayatlarında 2 ilah, Müslüman insanın hayatında ise tek ALLAH vardır. Şeriat cephesinde toplananlar, sadece ve sadece Allah’a[c.c.] ibadet ederler. Küfür cephesi böyle değildir. Küfür cephesi dediğimiz Laik cephe; çok ilahlı bir cephedir. Laiklik cephesinde yer alanlar, Allah’dan başka bir sürü sahte ilaha iman edip taparlar. Laiklik/Küfür cephesi, sahte ilahlığı güçlendirme ve kuvvetlendirme cephesidir. ALLAH’ın hükümlerine ters kanunları icat etme yetkisini kendisinde bulan herkes sahte bir ilahtır. Dolayısıyla ALLAH’ın kanunlarıyla çelişen ve çatışan sistemleri kuvvetlendirmek amacıyla oluşturulan tüm cepheler, küfür cepheleridir. Küfür/Laiklik cephesi, hak ve hukuk noktasında bir ölüm ve zulüm cephesidir. Şeriat cephesi ise, hak ve hukuk cephesidir. Çünkü şeriat cephesine mensup olanlar, hakkın ve hukukun savunucularıdır. Günümüz İslam coğrafyasında “Müslümanlar ile Laikler arasında uzlaşma sağlanmalıdır” teklifini ileri sürenler, hakkı batıla, batılı da hakka karıştıran lanetlenmişlerdir. Şunu unutmayalım ki; heva ve heveslerini ilah edinen ve meydanlarda “Kahrolsun Şeriat!” diye bağıranlar, küfür cephesinin bir numaralı üyeleridir. Yani Ebu Leheb ve Ebu Cehil’lerin yoldaşlarıdır.

Bir kimse “ben Müslüman’ım” diyor, öte yandan İslamî hükümleri beğenmiyor ve reddediyor?” Bu durum nasıl olur. Bir adam bir anda hem mümin, hem kâfir olamaz. Ya mümindir, ya da kâfirdir. İslam dininin hükümlerini ortadan kaldıran, kabul etmeyen kimse “ben Müslüman’ım” demiş bulunsa, böyle dediği halde kâfir ve küfür içinde kalır, dinsiz imansız bir tip olarak ortaya çıkar.

[Elfaz-ı Küfür, Hüseyin Aşık, sayfa 154,  İST/1981]

Bir insan ya şeriat cephesindendir veya küfür/laiklik cephesindendir. Bir insanın hem şeriat cephesine ve hem de küfür cephesine dâhil olması mümkün değildir. Çünkü bir insan, hem hukukun savunucusu ve hem de terörizmin sunucusu olamaz. İnsanoğlu için yeryüzünde iki tercih hakkı vardır. Ya Şeriat cephesi, ya küfür cephesi!

 

İsa Aleyhisselam, Allah katına yükseltilir. Havarilerin çoğu ölür. İznik Konsülün’de Hz. İsa Aleyhisselam’ın “Tanrının oğlu ve tanrı” olduğu iddia edilir. Daha sonra herkes Hz. İsa Ahleyhisselam’ın getirdiği dini bozmaya devam eder. Ve yüzyıllar geçer. Bilim gelişir, dünyanın yuvarlak olmadığı anlaşılır. 'Dünya öküzün boynuzları üzerindedir' diyen kilise, kendisine karşı gelen bilim adamlarını öldürür. Büyük bilim adamı Galileo, çıkarıldığı mahkemede: 'Dünya kesinlikle yuvarlak değildir' diyerek kellesini zor kurtarır. İşte Laiklik, bu bağnazlığa karşı üretilen bir sistemdir. Kilise'ye ve İncil'e nazikâne bir tavırla DEFOL demektir. Bizim elimizde ise en yüce kitap varken, Kuran'a defol diyoruz.

 

Hâlbuki 1400 yıl önce indirilen yüce Kuran diyor ki:

Bismillahirrahmanirrahiym. Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzer giderler. Sadakallahül-Aziym.

[Yasin Suresi, 40. ayet]

 

Bismillahirrahmanirrahiym. Allah iki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmazlar. Sadakallahül-Aziym.

[Rahman Suresi, 19, 20. ayetler]

 

Avrupalı deniz araştırmacısı Kaptan Kusto, Cebelitarık Boğazı’nda araştırmalarını sürdürürken, Akdeniz ile Atlas okyanusunun birbirine karışmadığını; bu 2 denizin birleşme noktasında harika bir su engeli bulunduğunu tespit etmiştir. Yani Allah'ın emriyle 'diffüzyon kanunu' burada iptal olmuştur.

 

Bu ayetleri herkes sever, kabul eder. Mustafa Kemal Paşa bile Kuran’ın bu yüceliği karşısında apışıp kalır, övgü dolu sözler söyler.

 

Ama:

Bismillahirrahmanirrahiym. Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık bir ceza ve Allah'tan bir ibret olmak üzere ellerini kesin. Sadakallahül-Aziym.

[Maide Suresi, 38. ayet]

İşte bu ayeti duymak istemezler.

 

Sormak lazım: Bilim ayeti Allah'tan da bu ayet (hâşâ) şeytandan mı putperest köpekler? Ama yok, onların dinleri keyifleridir, dine uymazlar, dini kendilerine uydururlar.

 

ALLAH [c.c.] hırsızın elini kesin der ve ekler:

 

'ALLAH HiKMET SAHiBiDiR.' Yani, siz bilmezsiniz, ben bilirim der!

Ayrıca, bu hüküm ayetinden birkaç ayet sonra der ki:

 

Bismillahirrahmanirrahiym. Kim Allah'ın indirdiği hükümler ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir. Sadakallahül-Aziym.

 [Maide Suresi, 44. ayet]

 

Örnekler daha çoğaltılabilir. Burada anlatmak istediğimiz Mustafa Kemal Paşa bu ayetleri kabul etmiyordu. Mustafa Kemal Paşa kabul etmiyordu. Bu yüzden Türkiye’de ALLAH’ın emirlerini uygulamak suç. Uygulamayı bırakın, uygulanmasını teklif etmek bile suç. Meselâ Türkiye’de Başbakan istediği gibi hükmedebilir. Keyfine göre yasa çıkarır, hemen onaylatır. Hırsızları ister 2 yıl hapseder, ister 5 yıl, isterse 3 ay. Ama 'hırsızın elini kesmeye' kalkarsa, 'din'e dayalı yasa yapmaktan' hemen partisi kapatılır, kendi de hapse girer. Başbakan olsa bile girer, 70 milyon tarafından seçilmiş olsa da.

 

Hani egemenlik milletindi? Evet, Egemenlik Milletindir Türkiye’de ama ALLAH'a karşı olduğu sürece milletindir!

 

Hâlbuki hüküm;

Bismillahirrahmanirrahiym. [Hüküm] Yalnız Allah'ındır. Sadakallahül-Aziym.

[Yusuf Suresi, 67. ayet]

 

Bismillahirrahmanirrahiym. Hüküm ALLAH’ındır. Sadakallahül-Aziym.

[Kasas Suresi, 88. ayet]

 

Bismillahirrahmanirrahiym. Artık hüküm yüce ve büyük Allah'ındır. Sadakallahül-Aziym.

[Mümin Suresi, 12. ayet]

 

Bismillahirrahmanirrahiym. Hüküm vermek Allah'a aittir. Sadakallahül-Aziym.

[Şura Suresi, 10. ayet]

 

Bismillahirrahmanirrahiym. Hüküm veren Allah'tır. Sadakallahül-Aziym.

[Ra’d Suresi, 41.ayet]

 

Bismillahirrahmanirrahiym. Hüküm vermek yalnız Allah'a aittir. Sadakallahül-Aziym.

[En'âm Suresi, 57. ayet]

 

Bismillahirrahmanirrahiym. Doğrusu hüküm yalnız ALLAH’ındır. Sadakallahül-Aziym.

[En'âm Suresi, 62. ayet]

 

Ve daha birçok âyette de belirtildiği gibi Hüküm Allah'ındır.

 

Diyorlar ki: 'İman insanın içinde olur'! Doğru, öyledir. Ama düşünün, Aleyhisselatu Vesselam Efendimiz bir köşeye çekilip içinden mi iman etti? Hayır, Aleyhisselatu Vesselam Efendimiz ömrü boyunca HAKK'ı hâkim kılmak için savaştı. Aleyhisselatu Vesselam Efendimiz ALLAH'ın hükmünü hâkim kılmak için savaştı!

 

Mustafa Kemal Paşa hayatı boyunca laik bir devlet kurmak için savaştı. Şeriatı yıkmak için! Ve yıktı da! Allah'ın laneti üzerine olsun! [Amin!]

 

Ey kâfirler! ALLAH’ın hükmünün uygulanmadığı yerde kimse Müslüman olamaz! ALLAH’ın hükmünün uygulanmadığı yerde Müslümanlıkta olmaz!

 

20 Nisan 1924 Türkiye’nin ilk Anayasa’sında bulunan maddelere bakalım:

 

“Her Türk asker doğar.”

İslamiyette eli silah tutan her erkek askerdir. Mustafa Kemal Paşa Aleyhisselatu Vesselam Efendimiz’in hadislerini başka kelimelerle, kendi sözüymüş gibi söylemiştir.

 

“Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.”

Mustafa Kemal Paşa “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” demiştir. Diktatörlük ve asker gücüyle kendi istediklerini kabul ettirmiştir.

 

Ey gafiller! Ey kâfirler! Hâkimiyet kayıtsız şartsız ALLAH’ındır!

 

Mustafa Kemal Paşa dini hükümleri hiçe sayarak kendi kafasına göre derme çatma kanunlar oluşturmuştur.

 

Mustafa Kemal Paşa, âlimlerin, hocaların dini, İslamiyeti öğrettikleri, ücret talep etmedikleri gibi, öğrencilerinin de masraflarını karşıladıkları tekkeleri, zaviyeleri ve türbeleri 30 Kasım 1925’te kapatmıştır.

 

Mustafa Kemal Paşa, 25 Kasım 1925’de kâfirlerden gelme olan şapka kanununu çıkartmıştır.

 

Mustafa Kemal Paşa,  26 Aralık 1925’te Hicri Takvimi, İslami Takvimi kaldırdı, yerine kâfirlerin kullandığı Miladi Takvimi getirmiştir.

 

Doğru ya biz Avrupa’ya inanıyoruz. Avrupa’nın iman ettiğine inanıyoruz. Kâfirliğe, putperestliğe inanıyoruz. Bu yüzden dinimizin takvimini bırakıp, kâfirlerin takvimini kullanıyoruz. Kim istedi? Mustafa Kemal Paşa! Türkiye’de tatil günleri Yahudilerin kutsal günü cumartesi ile Hıristiyanların kutsal günü pazar. Müslümanların kutsal günü Cuma günü ise haftanın en yoğun günüdür!

 

Noel kutlamalarını da Kâfir Türkiye “yılbaşı” olarak kutluyor!

 

Mustafa Kemal Paşa 3 Aralık 1934 de bazı kıyafetlerin giyilmesini yasaklamıştır. Bu kanunla din adamlarının, hangi dine mensup olurlarsa olsunlar, mabet ve ayinler dışında dini giysiler giymeleri yasaklanmıştır.

 

Dini kıyafetlerin yasaklanması ne demektir? Aleyhisselatu Vesselam Efendimiz’in sünnetine uygun giyinmek yasak! Nasıl giyinecek insanlar? Avrupalı kâfirler gibi.

 

Kim gösteriş elbisesi giyerse, ALLAH kıyamette o elbisenin aynısını ona giydirecektir. Sonra ateş onu alevi ile tutuşturacaktır. Kim de bir topluluğa benzemeye özenirse o, onlardandır.

[Cem’u’l-Fevaid, Rudani 5790.hadis]

 

Kim de bir topluluğa benzemeye özenirse o, onlardandır!” Özenen kim? Türkiye’de yaşayanlar! Özenilen kim? Avrupalı kâfirler!

 

Mustafa Kemal Paşa’nın Türkiye Cumhuriyeti Nüfus Cüzdanı’nda din bölümünde hiç bir şey yazmamaktadır! Neden yazmamaktadır?

 

Mustafa Kemal Paşa’nın Kazım Karabekir'e "her şeyden önce din anlayışını kaldırmalıyız" dediğini hangi kitapta gördünüz?

 

Bir İngiliz yazara söylediği "Benim dinim yok. Bazen bütün dinler denizin dibine batsın istiyorum" sözlerini Diyanet İşleri Başkanlığı'nın girişine astırmadığına mı şükredelim?

 

Can Dündar, 'Elhamdülillah laikiz' diyor.

 

Kazım Karabekir anlatıyor: "Mustafa Kemal Paşa, benim hayretle baktığımı görünce şöyle dedi: “Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkûmdurlar. Böyle kimselerle memleketi zenginleştirmek mümkün değildir. Onun için önce din ve namus anlayışını kaldırmalıyız. Partiyi, bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz. Bu suretle kalkınma kolay ve çabuk olur."

[Kazım Karabekir Anlatıyor, (yayına hazırlayan Uğur Mumcu), İstanbul: Tekin Yayınevi. 1990. sayfa, 83-84]

 

Mustafa Kemal Paşa, 17 Şubat 1926’da kabul edilen İsviçre Medeni kanununu örnek alarak hazırlattığı Türk Medeni Kanunu’nu getirmiştir. Sözde Müslüman halk kâfirlerden gelen kanunlarla yönetiliyor! İslam’ın kadınlara verdiği hakları başka kanun veremez! Ama Mustafa Kemal Paşa ne istiyorsa o kanuna göre hükmediliyor Türkiye’de!

 

Mustafa Kemal Paşa tek eşlilik hükmünü getirmiştir. Kendisi erkekliği olmadığı halde, Çankaya’yı kerhaneye çevirmiştir! Kendini oğlan çocuklarına yaptırmıştır!

 

Latife’yle boşandıktan sonra Mustafa Kemal’in zincirleri yeniden çözüldü. Eski fuhuş hayatı alabildiğine başladı. Çankaya meşhur ve muteber bir kerhane oldu. 20-30 kadın birden doluyordu. Sabahlara kadar mum söndü yapılıyordu.

 [Türkiye’nin İlk Milli Eğitim Bakanı Doktor Rıza Nur, Hayatım ve Hatıratım, sayfa 1318-1321]

 

Mustafa Kemal Konya’ya gitmiş, orada okulu ziyaret edip bir öğretmen kadını beğenmiş, almış getirmiş. Onunla bir müddet eğlendi. Sonra Avrupa’ya eğitime yolladı. Milletin parasıyla fahişelerine ihsan! İzmir’e gitmiş, orman memurunun okula giden küçük kızı Afet’i beğenmiş, almış getirmiş. Hadi ona da fuhuş… Sonra onu da İsviçre’ye tahsile yolladı.

[Türkiye’nin ilk Milli Eğitim Bakanı Doktor Rıza Nur, Hayatım ve Hatıratım, sayfa 1318-1321]

 

Nerede kız görüp beğenirse eşkıya gibi omuzlayıp götürüyor. Hem de okullardan. Ne feci! Evvelce bir gece Ankara Darülmuallimatı’nı da basıp bir kız kaçırmıştı. Adam hırsız eşkıya!

[Türkiye’nin ilk Milli Eğitim Bakanı Dr. Rıza Nur, Hayatım ve Hatıratım, sayfa 1318-1321]

 

Türkiye’yi kime borçlusun?

Uçkurundan başka bir şey düşünmeyen Mustafa Kemal’e mi?

Yoksa Çanakkale’de ALLAH yolunda şehit düşen gerçek atalarına mı?

 

Hani birçok Kemalist “biz atatürk çocuğuyuz” derler ya! Onlara sormak lazım aslında; ananızı “Mustafa Kemal mi belledi?” diye! Analarını bellemeye kalksa da belleyemez ki, erkekliği yok adamın!

 

Mustafa Kemal Paşa resmi nikâh hükmünü getirmiştir. Resmi nikâhın hükmü nedir?

 

İmam Buhari, imam Müslim ve diğerlerinin Ebu Hureyre Radıyallahu Anhum’dan rivayetlerinde Aleyhisselatu Vesselam Efendimiz;

“Gözlerin zinası mahremi olmayan kadınlara bakmaktır. Kulakların zinası; dinlenmesi yasak olan sözleri dinlemektir. Dilin zinası; konuşulması haram olan şeyleri konuşmaktır. Elin zinası; haram olan bir şeye dokunmaktır. Ayakların zinası da gidilmesi yasak olan yere gitmektir. Kalbin de zina temennisi ve arzusu vardır” buyurmuşlardır.

Aleyhisselatu Vesselam Efendimiz’in getirdiği ölçüler, tüm kâinatı kapsayan mahiyettedir. Erkeğin ve kadının örtünme yerleri bellidir. Kim kime karşı sakınmalıdır, yoruma ihtiyaç kalmayacak şekilde açıktır. Erkeğin diz ve göbek dâhil göbek ve diz arası mahrem, kadının el yüz hariç tüm vücudu, şekil ve vücut hatları belli olmayacak, hissedilmeyecek şekilde mahremdir.

 

İslam ahkâmına göre; bir Müslüman’ın kızı sırtını, karnını, göbeğini, diz kapağından yukarı da kalan apış aralarını, baldırını vallahi öz babasına gösteremez! Öz babasına hiçbir Müslüman’ın kızı sırtını gösteremez! Bir baba kızının çıplak sırtına bakarsa, kızının baldırına bakarsa vallahi zina etmiş gibidir! İslam budur! Ama sokaklarda görmüyor muyuz? Sırtına kadar soyunmuş binlerce kadın, hayvani bir iştahla sokak sokak sürünüp dolaşıyor!

 

Dini nikâh kıyılmana önce, bir kadın erkeğe haramdır. Dini nikâh kıyıldıktan sonra helali olabilir. ALLAH’ın haram ettiği bir şeyi, peygamberler bile helal edemez! Aynı şekilde ALLAH’ın helal ettiği bir şeyi, peygamberler bile haram edemez! Resmi nikâh nasıl kıyılır? Nikâh memuru “Belediye Başkanı’nın verdiği yetkiye dayanarak sizi karı-koca ilan ediyorum” diyerek nikâh kıyar. Dinden, imandan habersiz, kâfir ALLAH’sız belediye başkanı, ALLAH’ın haram ettiği bir şeyi nasıl helal edebilir? Resmi nikâh’ın hiçbir hükmü yoktur! Dini nikâhı olmayanlar aynı yatağa girerek bile zina işliyorlar. Doğan çocuklarda zina çocuğudur! Türkiye’de İslam tamamen yıkılmıştır! Dini Nikâh kıyılsa bile, kıyan imamların imamlık yapma yetkisi yoktur! İslam’ın hükümleri yerine getirilmediğinde zaten dini nikâh düşüyor. Türkiye fahişeler ve pezevenkler memleketidir!

 

İslam da erkeğe 4 eş alma hakkı verilmiştir. Ama şartları anlatılmaz. 1 eşi olan erkek, yeniden evlenecekse, ilk eşinin rızasını almak zorundadır! Eşleri arasında hiçbir haksızlık yapmamak zorundadır. Herkes tek eşlilik diye yırtınıyor ama kimin eli kimin cebinde; kimin şeyi kimin şeyinde belli değil ki bu zamanda! Kadınlar tek eşliliği savunuyorlar ama savaşlar sonucunda erkekler azaldığında çok eşliliği isteyenler onlardı!

 

1 Mart 1926’da, 1889 İtalyan Zanardelli Yasası esas alınarak hazırlanan Yeni Türk Ceza Kanunu kabul edildi.

 

Türkiye’de, İtalyan kâfirinin ceza kanunu kabul ediliyor ve uygulanmaya başlanıyor. Mustafa Kemal Paşa, derme çatma kanunlar oluşturuluyor hemencecik. Avrupa’dan aldığı kanunlarda ufak tefek değişikler yapıyor. Başına “Türk” ismini koyuyor. Herkes de kabul ediyor. Türk Ceza Kanunu, Türk Medeni Kanunu, … vs.

 

1926 yılında Almanya Ticaret Kanunu’ndan yararlanılarak hazırlanan “Türk Ticaret Kanunu” kabul ediliyor.

 

Türkiye’de yaşayanlar, Mustafa Kemal Paşa’nın getirmiş olduğu kanunlarla yönetiliyor! Türkiye’de ki insanlar, Amerikan Askeri Kanunlarına göre askerlik yapıyor, İsviçre Medeni Kanunu’na göre ailesini kuruyor, İtalyan Zanardelli Kanunu’na göre cezalandırılıyor, Alman Ticaret Kanunu’na göre ticaret yapıyor. Ölürken de İslami hükümlere göre gömülüyor. Türkiye’de yaşayan insanların gerçek yaşamı budur!

 

Gelelim Osmanlı’nın bayrağına, Türk bayrağına! Osmanlı’nın bayrağı 3 hilalli yeşil bayraktır! Ama filmlerde, senaryolarda Türk Bayrağı olarak hep ay-yıldızlı bayrak gösterilir değil mi? İnsanların yazdığı senaryolarla çekilen filmlerde böyle gösterilir. Osmanlı’nın bayrağı 3 hilalli yeşil bayraktır! Osmanlı zamanında ay yıldızlı bayrak yoktur. Gösterilen resimler sonradan uydurmadır! Ama zaten Türkiye’deki insanlar çoktan Osmanlı’yı unuttu. Osmanlı’nın övünülecek bir şeyi olduğunda herkes övünüyor. Cumhuriyet döneminde yapılan bütün haksızlıklar ve yanlışlıklar da Osmanlı’ya yıkılıyor.

 

İbnu Amr İbni’l-As Radıyallahu Anh anlatıyor: “Üzerinde kırmızı renkli 2 giyecek bulunan bir adam geldi ve Resulullah Aleyhisselatu Vesselam’a selam verdi. Ama Aleyhiselatu Vesselam adamın selamını almadı.’’

[Ebu Davud, Libas 20, 4069. hadis; Tirmizi, Edeb 45, 2808. hadis. Kutub-i Sitte 5242. hadis]

 

Ben’î Esed’den bir kadın anlatıyor: “Bir gün, Resulullah Aleyhisselatu Vesselam’ın zevcelerinden Zeyneb’in yanında idim ve kızıl toprakla onun elbiselerini boyuyorduk. Biz bu işle meşgulken Resulullah Aleyhisselatu Vesselam çıkageldi. Ancak kızıl toprağı görünce geri döndü. Zeynep bu hali görünce, Aleyhisselatu Vesselam’ın bunu yasakladığını anladı ve derhal elbiselerini yıkadı ve bütün kırmızılığı örttü. Aleyhisselatu Vesselam geri döndü ve aniden geldi. [boyadan] hiçbir şey görmeyince içeri girdi.”

[Ebu Davud, Libas 20, 4071. hadis; Kutubi Sitte 5243. hadis.]

 

Türk Bayrağı’nı seçen Mustafa Kemal Paşa, kan kırmızısını seçmiş değil mi? Ay-Yıldızlı al bayrağı seçmiş.

Her rengin ayrı zevki vardır. Bu ayrı renkler, nefse ait bir açıklamada bulunur. Misal: kırmızı renk şehvet ve gazabı temsil eder. Şehveti temsil eder, yani şeytanı temsil eder!

Türkler “Ay-Yıldızlı al bayrağımız” diyerek giyerler üzerlerine! Mustafa Kemal Paşa’nın Diktatörlükle kurmuş olduğu sistemin kırmızı bayrağını giyer Türk insanı! Gururla taşır!

Artık erkekler bile her renk kıyafeti giyiniyor değil mi? Pembe giyenler bile var.

 

Türkiye’de yaşayan insanlara Kurtuluş Savaşı sırasında; din kardeşlerimizin bize ihanet ettiği, yalnız kaldığımızı anlatırlar değil mi?

 

Her Türk genci “Arapların 1. Dünya Savaşı’nda Türklere ihanet ettiğini” öğrenerek büyür. Türk gençleri kim? Biz Kemalist köpekler!

1. Dünya Savaşı’nda Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in İngilizler ile anlaşarak Osmanlı’ya isyan ettiği ve Osmanlı ordusunu arkadan vurduğu doğrudur. Ama hep atlanan nokta Şerif Hüseyin’in “Arapların” tümünü temsil etmediği, aksine bir istisna olduğudur. Ortadoğu Uzmanı Tecrübeli Gazeteci Cengiz Çandar, “Arapların İhaneti” söylemi ile tarihsel gerçek arasındaki önemli farka şöyle işaret ediyor;

 

“Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in Hicaz’da bazı Arap bedevi kabilelerini ayaklandırarak 1916’da İngilizlerle işbirliği yaptığı doğrudur. Ancak, 1. Dünya Savaşı konusunda genel bilgisi ve fikri olan herkes, bunun askeri açıdan tayin edici bir değer taşımadığını bilir. İngilizlerin daha sonra yerine getirmediği “bağımsızlık vaadiyle” işbirliğine çektikleri Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in ve oğullarının komuta ettiği bedevi kabileleri, Mekke-Maan hattında, yani asıl cephenin gerisinde İngiliz kuvvetlerine yardımcı olmuştur. Asıl cephe, önce Süveyş Kanalı ve Kanal Harbi’nde Osmanlı kuvvetlerinin geri çekilmesinden sonra Filistin’de kurulmuştur. Filistin’de tek bir Arap ayaklanmamıştır. Suriye’de, Irak’ta[IraQ], Lübnan’da Osmanlı kuvvetlerini arkadan vuran herhangi bir olay olmamıştır. Arapların ezici çoğunluğu, İstanbul’a, yani halifeye sadık kalmıştır. Arabistan yarımadasının Hicaz bölümünden Akabe’ye kadar olan cephe gerisi dışında, Arapların Osmanlı’yı arkadan vurduğuna dair tarihte herhangi bir kayıt yoktur.”

 

Aynı gerçek, American-İsraeli Cooperative Enterprise [Amerikan-İsrail İşbirliği Girişimi] adlı düşünce kuruluşunun başkanı, Ortadoğu analisti Mitchell G. Bard tarafından da sözkonusu kuruluşun sitesinde şöyle vurgulanıyor:

 

O dönemin romantik kurgusunun aksine, Arapların çoğu 1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı’ya karşı müttefiklerin yanında savaşmadılar. İngiliz Başbakanı David Lioyd George’un belirttiği gibi, Arapların çoğu, Osmanlı yönetimi, yani halife için savaştı. [Osmanlı İmparatorluğu’na isyan eden] Faysal’ın Arabistandaki taraftarları, bir istisnaydı. Arapların topluca ihanet etmesi bir yana, bazıları Osmanlı ordularını fiilen desteklemiştir de. Konu hakkındaki uzmanlardan biri olan Doktor Zekeriya Kurşun’un ifadesiyle, “1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordusu ile beraber çeşitli cephelerde Osmanlı Askerleriyle omuz omuza çarpışan Arapların büyük yararlılıklar gösterdikleri bir hakikattir.”

 

Kâfirlerin, Yahudilerin, Hıristiyanların kaynaklarında bile Arapların ihanet etmediği söyleniyor. Ama Sözde Müslüman Türkiye’de “Araplar bize ihanet etti” deniliyor.

 

Arap milliyetçiliği, Osmanlıda Türk milliyetçiliğinden daha önce gelişmiştir. Butros el-Bustoni, Faris Şadyak, Nakkaş, Corci Zeydan gibi Hıristiyan Arapların öncülüğünde başlayan bu harekete katılan Müslüman Araplar ise, çoğunlukla Avrupalı fikirleri benimsemiş seküler aydınlardı.

 

“Din kardeşlerimiz, Araplar bize ihanet etmiş?” Hıristiyan Araplar ihanet ediyor! Türklere “din kardeşleriniz ihanet etti” deniliyor, yani bize “siz Hıristiyansınız” deniliyor. Bu hareketlere katılan Müslümanlar ise Avrupai yetişenler, Avrupa sevdalısı olanlar Müslümanlar. Sadece bu görüşte olan, Avrupai ilimlerle yetişen âlimler.

 

Buna karşılık muhafazakâr Müslüman Arapların çoğu, Osmanlı’ya sadakat duyguları içindeydiler. Hatta sadece Sünni Araplar değil, Irak[IraQ] ve Suriye’deki Şii Araplar arasında bile Osmanlı’ya ve hilafete bağlılık duygusu vardı. Bu konuda büyük bir otorite olan Profesör Kemal Karpat, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Arap milliyetçiliğinin, Hıristiyan Arapların ki hariç, aslında en son noktaya kadar “ayrılıkçı” olmadığına dikkat çekerek şöyle demektedir:

“Görülüyor ki Arapların “milli” hareketi esasında ayrılıkçı bir hareket değildi. Arapların birçoğu Osmanlı hükümdarlarını yabancı bir sömürgeci güç olarak değil, sadece Arap kökeninden olmayan, iktidarda bir hanedan olarak görüyorlardı ve Osmanlı Devleti ve hanedanı müslüman kaldıkça ve Arapların hayat tarzına saygılı oldukça, özlemlerini yerine getirmeye söz verdikçe ve onları Avrupa işgaline karşı korudukça, itaat etmekten geri kalmıyorlardı. Geçmişte şan ve şereflerini ilk hatırlayan veya hayal edenler ve tarihlerinin modern bir şeklini oluşturmaya çalışanlar Müslüman değil Hıristiyan Araplardı.”

 

Yani bize “din kardeşlerimiz ihanet etti” deniliyor, ihanet edenler Hıristiyan Araplar. Demek ki bizde Hıristiyan olduğumuz için bu konuyu bu şekilde benimsiyoruz!

 

Kürtler ise, daha da belirgin bir sadakatle önce Osmanlı İmparatorluğu’nu, ardından da Milli Mücadele’yi desteklemişler ve Müslümanlık bağının getirdiği “kardeşlikten” asla taviz vermemişlerdir. Ankara’nın kendisi, bundan taviz verene ve Kürtlere sırt çevirene kadar bu böyle devam etmiştir.

 

Faizin aşikâr olması kıyamet alametlerindendir.

[Ramuz-el E-hadis, Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi]

 

İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelir ki, faiz yemeyen adam kalmaz. Onu yemese bile kendisine tozu isabet eder.

[Ramuz-el E-hadis, Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi]

 

Faiz yiyene, yedirene, faiz senedi yazan, bu senede şahit olana kıyamet gününde Muhammed Aleyhisselatu Vesselam dilinden lanet edilmiştir.

[Ravi: Hz. İbn-i Mes’ud Radıyallahu Anh, Ramuz-el E-Hadis, Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi]

 

705. (2273) (6692)- Hz. Ebu Hureyre Radıyallahu Anh anlatıyor: "Resûlullah Aleyhissalâtu Vesselâm buyurdular ki: "Miraç gecesi, bir kavme uğradım ki, karınları evler gibi iri idi. Bu karınların içi yılanlarla dolu idi ve yılanlar dışarıdan gözüküyorlardı. Ben: "Ey Cebrail bunlar kimlerdir?" diye sordum. "Bunlar faiz yiyenler!" dedi."

[İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 17/260]

 

706. (2274) (6693)- Hz. Ebu Hureyre Radıyallahu Anh anlatıyor: "Resûlullah Aleyhissalâtu Vesselâm buyurdular ki: "Faiz yetmiş çeşit günaha sebeptir. En hafif faiz kişinin anasıyla zina yapması gibidir."

[İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 17/260]

 

Türkiye İş Bankası’nın kurulması!

 

Türkiye İş Bankası nasıl kuruldu? İçinizden, “Bunu bilemeyecek ne var? Mustafa Kemal Paşa kurdu işte!” diyenler çıkacaktır. Her şeyi Mustafa Kemal Paşa yapıyor zaten!

 

Türkiye İş Bankası’nın kurucusu Celal Bayar Mayıs 1982’de çıkan İş Dergisi’ne verdiği röportajda, “Biz bismillah dedik, işe koyulduk. Mustafa Kemal Paşa ‘Git Osmanlı Bankası’ndan 250 bin lirayı al, bu işe başla’ dedi’’. Şeklinde anlatmıştır Türkiye İş Bankası’nın kuruluş hikâyesini. Burada sorulması gereken soru, “İyi de Osmanlı Bankası’ndaki o 250 bin lira nereden gelmişti?’den başkası olursa tarih ofsayttan başını kurtaramaz! Nitekim Celal Bayar aynı konuşmasında bu paranın kökeni hakkında yöneltilen soruya kaçamak cevap vermekte ve “Böyle bir şeyi araştırmaya lüzum görmediğini” söylemektedir.

 

Mustafa Kemal Paşa’nın Osmanlı Bankası’ndaki 4 no’lu hesabının dökümünde Makbule Hanım, Hafız Yaşar ve İsmet İnönü’ye ödenen meblağlara bakalım. Tuhaf gerçekten de! Merak damarları mı kurumuştur aklımızın acaba?’diyeceğim ama merak etmeyiz. Mustafa Kemal Paşa her şeyi halletmiş, herşeye bir kulp uydurmuş nasıl olsa!

 

Bu konuda bize yardımcı olacak bilgiyi Mustafa Kemal Paşa’nın yakınlarından Hasan Rıza Soyak’ın hatıralarının 2. cildinde buluyoruz.

Hasan Rıza Soyak’a göre Hindistan Müslümanları, Mustafa Kemal Paşa’nın şahsına yaklaşık 500-600 bin lira tutarında bir para göndermiştir. [yaklaşık bir sterlin=7 ytl]. Mustafa Kemal Paşa, bu paranın 500 bin lirasını büyük taarruzdan önce ihtiyaçların karşılanması için Batı cephesi komutanı İsmet Paşa’nın emrine vermiştir. Zaferden sonra bu paranın 380 bin lirası icra vekilleri heyeti kararıyla Mustafa Kemal Paşa’ya iade edilmişti. Mustafa Kemal Paşa bu paranın “en faydalı bir şekilde nerede ve nasıl kullanılabileceğini” düşündü ve sonunda 250 bin lirasını Türkiye İş Bankası’nın ana sermayesi olarak kullandı.

 

Mustafa Kemal Paşa Hindistan Müslümanlarının gönderdiği yardım parasından 207 bin lirayı da aynı Osmanlı Bankası’ndaki 2 no’lu hesaba yatırmıştı. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’ın hatıralarından paranın kaynağını öğrendik ama yine de boşluklar var! Bir kere resmi olarak bilinen rakam, 125 bin Sterlin’dir. Bu miktar, 2006 rakamlarıyla 11,7 Trilyon Türk Lirasına karşılık gelmektedir. Şimdi bu ciddi meblağ sırf Milli Mücadele’ye yardım için mi gönderilmişti yoksa başka bir amacı mı vardı? O icra vekilleri heyeti, yani bakanlar kurulu kararı neden bugüne kadar bulunamamıştır ve Mustafa Kemal Paşa’nın Celal Bayar’a “git, çek” dediği Osmanlı Bankası’ndaki hesabına ilişkin herhangi bir kayda niçin rastlayamıyoruz? Bu bir “sırdaş hesap” mıydı? Öyleyse neden gizliydi?

 

Solcu aydınlarımız yıllardır “Ruslar bize yardım etmeseydi Kurtuluş Savaşı’nı biraz zor kazanırdık” dediler ama biz sustuk nedense! Sultan Vahdettin’in emriyle İstanbul-Tophane’den gönderilen cephaneleri, topları Ruslar göndermiş bize. Mustafa Kemal Paşa ve Kemalistler öyle diyor. Türkiye’de okutturdukları kitaplarda İslam Dünyası’ndan ve Hindistan’daki Müslümanların gönderdiği yardım paraları konusunda bir bilgiye yer vermiyorlar. Müslümanlar bize ihanet etmiş derler sürekli.

 

Bugün türban konusu yüzünden yer yerinden oynuyor. 1929’da Mustafa Kemal Paşa’nın kurdurduğu Türkiye İş Bankası Yenicami Şubesi’nde çalışan kadın memurların hepsinin başları kapalı.

 

Mesela sahasında ilk çalışma olan Alptekin Müderrisoğlu’nun “Kurtuluş Savaşı’nın Mali Kaynakları” kitabında Hindistan’daki Müslümanlarının yardımlarına ayrılan özel bölüm epeyce aydınlatıcı bilgiler veriyor:

1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı topraklarının işgali, işgalci kuvvetlerin Müslümanlara zulümleri halifenin Hıristiyan Devletlerin elinde esir konumuna düşmesi, Hindistan’daki Müslümanları harekete geçirmiş ve [İngiliz sömürgesi halinde olmalarına rağmen.] İngiltere’ye baskı yapmak amacıyla çeşitli dernekler kurmuşlardı. İşte bu derneklerin çabalarıyla halifeyi kurtarmak üzere 875 bin lira Ankara’ya ulaştırılmıştı. [başka yardımlar da yapıldığı ve yollarda heder edildiği sır değildir.]

 

İşin ilginç yanı, bu para yardımının Maliye Bakanlığı kayıtlarına yansımamış ve hazineye girmemiş olması! Daha da ilginci, doğrudan doğruya Mustafa Kemal Paşa’nın emrine verilmiş ve Osmanlı Bankası’nda 1922 Ağustos’una kadar faiz işletilmeden tutulmuş bulunmasıdır. Kurtuluş Savaşı’nın büyük hazırlık döneminde çekilen her türlü mali sıkıntılara rağmen, bu paraya el sürülmemiştir. Bu para neden Mustafa Kemal Paşa’nın emrine verilmiştir? Sultan Vahdettin’in fermanıyla işgalci kuvvetlere karşı yapılan savaşın komutanı olduğu için Mustafa Kemal Paşa’nın emrine verilmiştir!

 

Kurtuluş Savaşı’ndan önce seferberlik ilan edilmiştir! Halkın nesi var nesi yok elinden alınmıştır! Neden? Savaş sonrasında yapılacak devrimlere ayaklanamasınlar diye!

 

Bir düşünün bakalım Mustafa Kemal Paşa bu parayı neden bankada tutuyor ve bütün sıkıntılara rağmen kullandırmıyor?

 

“Bu Çal Dağı’nın düşmesi bütün ümitlerimizi bitirdi. Yeniden Türk Milleti’nin istikbali, hürriyeti, hayatı tehlikeye düştü, gidiyor. Artık hep ölü haldeyiz. Kimsede can kalmadı. Ağzımızı bıçak açmıyor. Bunun üzerine Mustafa Kemal orduya geri çekilme emri vermiş. Bu haber de geldi. Mustafa Kemal'in özel hizmetlerinde kullandığı Arnavut yaveri Salih de cepheden geldi. Mustafa Kemal'in eşyalarını topladı. Kaçıyorlar. Mustafa Kemal ata binmiş, sarhoşmuş. Düşmüş, kaburga kemiği de kırılmış.

[Türkiye’nin İlk Milli Eğitim Bakanı Doktor Rıza Nur, Hayatım ve Hatıratım, sayfa 849]

 

Olurda savaş kazanılamazsa, kendini garantiye alma düşüncesi dersem, olmaz dersiniz, Mustafa Kemal Paşa öyle şeyler yapmaz.

O kadar sıkıntı, açlık var. Halkın elindeki her şey seferberlik ilan edilip alınıyor. Halk da din uğruna, iman uğruna bu yola baş koyuyor, bu yolda savaşıyor. Mustafa Kemal Paşa ise kendini garantiye alabilmek için, gerçekte halifenin, yani İslam âleminin imamının korunması için gönderilen parayı kendi şahsına ayırıyor. Çanakkale Savaşı’nda savaşan ecdadımızın yedikleri yemekler anlatılır değil mi bizlere? “Hoşaf, kuru ekmek” yemişler. Başka bir şey bulamıyorlarmış o zaman! Ama Kurtuluş Savaşı’ndan bahsetmezler bizlere! Sadece “sıkıntı ve yokluk, kıtlık varmış” derler.

 

Türkiye’nin ecdadı, kâfirlerden bile daha beter duruma gelmiş olan bizlerin ecdatları Kurtuluş Savaşı’nda yiyecek bir şey olmadığı için, kıtlık olduğu için ne yapmışlar biliyor musunuz? Atlar, öküzler güçten düşmesin diye, arpayı atlara, öküzlere yedirmişler! Atlar, öküzler tuvaletlerini yaptıktan sonra, atların ve öküzlerin pisliklerinin içinden arpaları ayıklayıp yıkayarak temizlemişler, pişirip yemişler! Ve ne diyorlarmış biliyor musunuz? “Din uğruna, torunlarımız uğruna başka yapacak bir şey yok!” Peki, Hindistan’dan gönderilen yardım paraları nerde? Olurda savaş kaybedilirse, Mustafa Kemal Paşa’nın rahat bir hayat sürebilmesi için Osmanlı Bankası’nda!

 

Biz ne yapıyoruz peki? Tadı ya da görünüşü hoşumuza gitmeyen yiyecekleri bile yemiyoruz, çöpe atıyoruz! Hatta Çanakkale Şehitliği’ne giden liseli öğrencilerden, açık saçık giyinen kız öğrencilerden; mezarları tekmeleyip “siz gebermeseydiniz, bizler şimdi istediğimiz gibi giyinemeyecek, istediğimiz şekilde hareket edemeyecektik” diyenler var biliyor musunuz?

 

Sadece Çanakkale’de 253 bin şehidin, Kurtuluş Savaşı’nda sayısı bile belli olmayan şehitlerin, Türkiye üzerinde şu an yaşamakta olan kâfirlerden, hayvanlardan daha aşağılık durumda bulunan bu neslin ecdadı, din uğruna, İslam uğruna savaşıp şehit olanların kemikleri sızlıyor ulan! Kemikleri sızlıyor. Torunları kâfir olduğu, putperest olduğu için kemikleri sızlıyor!

 

Mustafa Kemal Paşa’nın emrine verilen para İstiklal Savaşı’nda kullanılmak üzere gönderilmemiş miydi? Nitekim zafer kazanıldıktan sonra kendisine iade edilen parayı yine Osmanlı Bankası’na yatıran Mustafa Kemal Paşa, Ağustos 1924’te Türkiye İş Bankası kurulana kadar da orada tutmaya devam etmiştir.

 

O kadar sıkıntı yokluk var, üstüne Mustafa Kemal Paşa’nın emrine verilen, Hindistan’dan yardım parası olarak gönderilen paranın kullanılan kısmı, Mustafa Kemal Paşa’ya iade ediliyor. Kendi parasıymış gibi.

 

Türkiye İş Bankası’nın kurulmasıyla Türkiye’ye faiz sistemi getirilmiş ve ülke ekonomisi faiz sistemi üzerine kurulmuştur.

 

Faiz yiyene, yedirene, faiz senedi yazan, bu senede şahit olana kıyamet gününde Muhammed Aleyhisselatu Vesselam dilinden lanet edilmiştir.

[Ravi: Hz. İbn-i Mes’ud Radıyallahu Anh, Ramuz-el E-Hadis, Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi]

 

705. (2273) (6692)- Hz. Ebu Hureyre Radıyallahu Anh anlatıyor: "Resûlullah Aleyhissalâtu Vesselâm buyurdular ki: "Miraç gecesi, bir kavme uğradım ki, karınları evler gibi iri idi. Bu karınların içi yılanlarla dolu idi ve yılanlar dışardan gözüküyorlardı. Ben: "Ey Cebrail bunlar kimlerdir?" diye sordum. "Bunlar faiz yiyenler!" dedi."

[İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 17/260]

 

706. (2274) (6693)- Hz. Ebu Hureyre Radıyallahu Anh anlatıyor: "Resûlullah Aleyhissalâtu Vesselâm buyurdular ki: "Faiz yetmiş çeşit günaha sebeptir. En hafif faiz kişinin anasıyla zina yapması gibidir."

[İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 17/260]

 

Şimdi gelelim meselenin başka yönüne. Hindistan’daki Müslümanların gönderdiği yardım paraları, amacı doğrultusunda kullanılmış mıdır? Hayır! Hindistan Müslümanlarının gönderdiği yardım paraları Türkiye’ye faiz sisteminin getirilmesi için kullanılmıştır. Bir Pakistanlı, bir Hindistanlı gelse; “Biz size bankanıza sermaye yapasınız diye mi bu parayı verdik?” derse, verilebilecek bir cevap var mı? Aynı şekilde, “Biz size o parayı halifeyi kurtarmanız için verdik, siz gidip halifeliği kaldırdınız!” derse, verilebilecek bir cevap var mı?

 

Halifenin, İslam’ın imamının korunması için gönderilen paraya el koyan Mustafa Kemal Paşa, Mason emellerini gerçekleştirip İslam’ı bir arada tutan Halifeliği ortadan kaldırmıştır.

 

Mustafa Kemal Paşa, 3 Mart 1924’te Halifeliği kaldırdığında o parayı geri göndermemiş, üstelik kız kardeşi Makbule Hanım’a oradaki bir hesabından maaş bağlatmıştır.

 

Ebu’d-Derda Radıyallahu Anh anlatıyor: Resulullah Aleyhisselatu Vesselam buyurdular ki: “Sizler kıyamet günü isimlerinizle ve babalarınızın isimleriyle çağırılacaksınız, öyleyse isimlerinizi güzel yapın.”

[Ebu Davud, Edeb 4948. hadis; Kutub-i Sitte]

 

21 Haziran 1934 tarihinde Soy Adı Kanunu kabul edilmiştir. Türkiye’de yaşayan insanlara anlatırlar ya eskiden “Ahmed oğlu Hüseyin, Ali Rıza oğlu Mustafa” diye çağırılırmış insanlar diye! “Bu gericilik” derler birde. Muhammed bin Abdullah, Abdullah oğlu Muhammed yani, Aleyhisselatu Vesselam Efendimiz. Ahmed bin Hanbel, Hanbel oğlu Ahmed. Ebu Ya’la, Ya’la’nın babası. ALLAH indinde bu şekilde çağırılacağız ama Mustafa Kemal Paşa’ya göre, Kemalist köpeklere göre bu gericilik değil mi? Türkiye’de kullanılan soy isimlerin hiç bir hükmü yoktur!

 

Mustafa Kemal Paşa’ya “ATATÜRK” soyadının verilmesine gelelim.

 

Selanik’te Rıza Efendi adında gümrük memuru birinin üvey oğlu Mustafa Kemal Askeri Okula geliyor. Mustafa Kemal’in babası hakkında çok rivayet var; kimi bir Sırp, kimi bir Bulgar’dır diyor. Anası bunların metresiymiş. Yeni, çıkan 20. Asır Larousse Ansiklopedisi “Pomaktır” diyor. Yunanlardan alınan bilgilere göre Mustafa Kemal’in anası, Selanik’te bir genelevindeymiş. Orada piç olarak Mustafa Kemal doğar. Yenişehir Tırnovasından ve oranın ileri gelen kabadayılarından Abdoş Ağa Selanik’e gelir, Mustafa Kemal’in anasını görür, alır götürür. Mustafa Kemal 5 yaşlarında iken Abdoş ölmüş, anası oğlu ile Selanik’e gelmiş. 12 yaşında iken Mustafa Kemal, Tırnova’ya gidip miras istemiş ise de piçliğini söylemişler geri göndermişler. Mustafa Kemal okula başlamış. Anası gümrük memuru Ali Rıza ile evlenmiş. Mustafa Kemal anasından bahseder, fakat babasından bir defa bile bahsetmemiştir. Benim araştırmalarıma göre gümrük memuru Ali Rıza Mustafa Kemal’in üvey babasıdır. Mustafa Kemal babasından kendi bahsetmediği gibi diğer birinin bahsettiğini işitirse ona düşman olur. Fransız bakanlarından Hedyo, Paris’te Türkiye üzerine iki konferans verdi. Bunlar Conferencio gazetesinde yayınlandı. Hedyo’da konferansta “Mustafa Kemal Paşa’nın babası meçhuldür”, diyor.

[Türkiye’nin İlk Milli Eğitim Bakanı, Doktor Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, 3. cilt, sayfa 561-562]

 

Yunanlılar “Türkiye Hükümeti Ayasofya’yı cami olarak açamaz. Eğer Türk hükümeti Ayasofya’yı cami olarak ibadete açarsa Yunan Hükümeti de belgelerle Mustafa Kemal Paşa’nın gayri meşru bir çocuk olduğunu, zina çocuğu olduğunu tüm dünyaya ilan eder” diyorlar.

 

Sizlere şimdi anlatacağımız belgenin aslı Osmanlıca’dır. Selanik Mahkeme Kararıdır!

Mustafa Kemal Paşa’nın annesi Zübeyde’nin miras davasının kararını açıklayan mahkeme ilamıdır. Sizlere bu belgeni Latin harfleri ile tercüme edilmiş şeklini sunuyoruz.

 

SELANİK ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ

İlam karar numarası: Adet/451

 

Abduş’un ölümünden sonra Zübeyde Abduş’un karısı olduğunu ve oğlu da Abduş’un oğlu olduğunu iddiası ile açmış olduğu miras davasında Abduş’un kardeşleri, mahkemeye vermiş oldukları iddianamede Zübeyde’nin Abduş’un karısı olmadığını ve genel evinden odalık aldığını ve oğlu Mustafa 2 yaşında kucağında olduğunu ve Abduş’un hiç çocuğu olmadan öldüğünü iddiaları ile durumun genel evinden sorulmasını talep etmeleri üzerine; genel evine yazılan tezkerenin cevabında Zübeyde’nin oğlu ile beraber 19 Haziran 1297’de genel evine girmiş, Yeni Şehirli Abduş isminde bir kabadayı ile anlaşıp 11 Nisan 1298’de genel evinden çıkmıştır. Bu tezkere gereği Zübeyde’nin davasının reddine karar verilmiştir. [22 Kanuni-evvel 1298]

 

20 kuruşluk pul                   hakim                  aza              aza

  Selanik asliye                                               mühür        mühür

Hukuk mahkemesi

       Mühürü

 

Babası bile belli olmayan Mustafa Kemal Paşa, 6900 yıllık bir kavim yok sayılarak Mustafa Kemal Paşa’dan öncesi yok sayılarak, Türklerin atası, Türklerin babası anlamında “ATATÜRK” soyadını almıştır.

 

Ulannnnnnnnnnnn! Bu nesil, yerden mi bitti! Gökten mi indi! Sultan Vahdettin’in emri altında ki bir komutan, Sultan Vahdettin’in fermanıyla savaşı kazanınca, masonların Siyonist emellerini gerçekleştirebilmesi için diktatörlük yaparak, her türlü haramı helal sayıyor, her türlü günahı işliyor ve bu neslin de uygulaması için kanunlar koyuyor! Babası bile belli olmayan, Avrupalı kaynaklarda babası “Sırp” olarak geçen Mustafa Kemal “ATATÜRK” soyadını alıyor. Soyu bile belli olmayan Mustafa Kemal Türklerin atası kabul ediliyor! Türk olmayan bir adam Türklerin atası kabul ediliyor!

 

Sa’d ibnu Ebu Vakkas Radıyallahu Anh’dan rivayet edildiğine göre Aleyhisselatu Vesselam Efendimiz şöyle buyurdu:

“Bir kimse kendi babası olmadığını kesinlikle bildiği birinin soyundan geldiğini ileri sürerse, ona cennet haramdır.”

[Riyazu’s-Salihin, İmam Nevevi, 1806. hadis]

 

Ebu Hüreyre Radıyallahu Anh’dan rivayet edildiğine göre Aleyhisselatu Vesselam Efendimiz şöyle buyurdu:

“Babalarınızdan yüz çevirip onları inkâr etmeyiniz. Her kim kendi babasını bırakıp bir başkasına baba derse, nankörlük etmiştir.”

[Riyazu’s-Salihin, İmam Nevevi, 1807. hadis]

 

Yezid İbn-i Şerik İbn-i Tarık şöyle dedi:

Ali Kerremullahi Vechehü, minberde konuşurken gördüm ve şöyle buyurduğunu duydum:

“Hayır, iddialar doğru değildir. Vallahi bizim yanımızda Kuran’dan ve şu sayfadan başka okuduğumuz bir yazı yoktur.” Böyle dedikten sonra o sayfayı açtı. Orada develerin yaşları ve yaralamayla ilgili hükümler vardı. Yine bu sayfada Resulullah Aleyhisselatu Vesselam şöyle buyuruyordu:

“Ayr[Âır ] Dağı’ndan Sevr Dağı’na kadar olan yerler Medine’nin haremidir. Her kim orada kitap ve sünnete aykırı bir iş yapar veya dine fesat karıştıran birini korursa, ALLAH’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun. ALLAH kıyamet gününde o kimsenin ibadetlerini ve tevbesini kabul etmeyecektir. Müslümanlardan birinin verdiği bir söz ve güvence, yaptığı bir antlaşma hepsini bağlar. Her kim bir müslümanın verdiği söz ve himayeyi dikkate almazsa, ALLAH’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun. ALLAH kıyamet gününde o kimsenin tevbesini ve ibadetlerini kabul etmeyecektir. Her kim kendi babası olmadığını kesinlikle bildiği birinin soyundan geldiğini ileri sürerse veya kendi efendisi olmayan birini efendi olarak kabul etmeye kalkarsa, ALLAH’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun. ALLAH kıyamet gününde o kimsenin tevbesini ve ibadetlerini kabul etmeyecektir.

[Riyazu’s-Salihin, İmam Nevevi, 1808. hadis]

 

Ebu Zerr Radıyallahu Anh, Resulullah Aleyhisselatu Vesselam’ı şöyle buyururken dinlediğini söyledi:

“Babası olmadığını bildiği birini babam diye sahiplenen kimse, babasına nankörlük etmiş olur. Kendisine ait olmayan bir şeyi sahiplenmeye kalkışan kimse bizden değildir; o cehennemdeki yerine hazırlansın.”

[Riyazu’s-Salihin, İmam Nevevi, 1809. hadis]

 

Türklerin atası, Türklerin babası olarak Mustafa Kemal Paşa’ya “ATATÜRK” soyadı verilmiştir. Türkiye’de yaşayan insanlar Mustafa Kemal Paşa’ya “ATA” dedikleri için, Mustafa Kemal Paşa’nın soyundan geliyor demek ki. Mustafa Kemal’e “ATA” dedikleri için, çünkü “ATA” baba demektir. Günümüzde insan eşinin babasına bile “baba” diyor. İnsan eşinin babasına bile “baba” dememesi gerekirken, eşinin babasına bile “baba” diyor. Kendi babasına nankörlük etme, cennetten mahrum olma, ALLAH’ın ve meleklerin lanetini üzerine almak için, sırf saygı ifadesi olarak eşinin babasına “baba” diyor insan! Bütün haramları helal sayan helalleri de haram sayan Mustafa Kemal Paşa’ya, dini hükümleri hiçe sayan Mustafa Kemal Paşa’ya “ATA” diyor Türkiye’deki kâfirler!

 

“Her kim orada kitap ve sünnete aykırı bir iş yapar veya dinde fesat çıkaran birini korursa, ALLAH’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun.”

 

ALLAH’a küfrediliyor, Kuran’a küfrediliyor, Aleyhisselatu Vesselam Efendimiz’e küfrediliyor. Türkiye’deki kâfir halk da küfrediyor ama Mustafa Kemal Paşa denildi mi kimse korkudan ağzını açamıyor! Mustafa Kemal Paşa’yı övüyor herkes!

 

Türkiye diliyle ALLAH’a iman ettiğini söylüyor. Dilinden Resulullah Aleyhisselatu Vesselam’ı düşürmüyor. Ama Gerçekte kalbiyle Mustafa Kemal’e tapıyor! Türkiye şeytanın ezanı olan; ilahileri, kasideleri, müzikleri dinleyen kulaklarıyla şeytana tapan kâfirlerle dolu! Şeytanın okuma kitabı olan şiirleri okuyan gözleriyle, dilleriyle şeytana tapan kâfirlerle dolu! Canının istediğini yapan; yani şehvetine yenik düşüp, nefsine uyan, nefsine tapan kâfirlerle dolu!

 

Sizden birine, halktan korkması, işittiği veya gördüğü bir gerçeği söylemeye engel olmasın.

[Ravi: Hz. Ebu Said Radıyallahu Anh, Ramuz-el E-Hadis, Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi[

 

Bildiklerimizi söyleyemiyoruz değil mi? Birçoğumuz da bilmiyor gerçekleri! Bilenler de gerçekleri söyleyemiyor! Susuyor! “Bazı şeyler her yerde konuşulmaz” diyor. Özellikle de Mustafa Kemal Paşa hakkında kimse konuşamıyor değil mi? Askeriye var çünkü. Mustafa Kemal Paşa’ya tapan askeriye var. Mustafa Kemal Paşa’ya tapan askeriye var! “Mustafa Kemal Paşa’ya hiçbir şey deme de” ne yaparsan yap Türkiye’de! ALLAH’a küfredilmiş, Aleyhisselatu Vesselam Efendimiz’e küfredilmiş, hakaret edilmiş, Kuran’a küfredilmiş umurlarında mı Türkiye’de yaşayan kâfirlerin! Zaten en çok küfredenler, isyan içinde olanlar da Türkiye’de yaşayan kendini Müslüman sanan kâfirler!

 

Kıyamet günü olduğunda, bir münadi nida eder ki: "Allah’tan gayrısı için kim bir amel işlemiş ise, onun sevabını kendisi için amel işlenen kimseden talep etsin."

[Ravi: Hz. Useyd İbni Ebu Fadale Radıyallahu Anh, Ramuz El E-Hadis/Ahmed Ziyâüddin Gümüşhanevî, Sayfa 59]

 

Kıyamet günü olduğunda, kâfire ameli bildirilir. Lakin o inkâr edip mücadeleye girişir. Ona denilir ki: "İşte şunlar senin komşularındır. Aleyhinde şahitlik ediyorlar." O der ki: "Yalan söylüyorlar". O zaman denir ki: "Ailen ve kavmin de böyle söylüyor." O der ki: "Onlar da yalan söylüyorlar." Kendisine: "Peki öyleyse yemin et." denilir. O da yemin eder. Sonra Allah, o kâfirleri susturur. O zaman kâfirlerin kendi dilleri kendisi aleyhinde şahitlik eder. Bunun üzerine Allah onları cehenneme atar.

[Ravi: Hz. Ebu Said Radıyallahu Anh, Ramuz El E-Hadis/Ahmed Ziyâüddin Gümüşhanevî, Sayfa 60]

 

Ümmetimin hepsi Cennete girer, istemeyen giremez. Dediler ki: "Kim istemez?" Buyurdu ki: "Bana itaat eden Cennete girer, Bana isyan eden istememiştir.”

[Ravi: Hz. Ebu Hureyre Radıyallahu Anh, Ramuz El E-Hadis/Ahmed Ziyâüddin Gümüşhanevî, Sayfa 342]

 

Ey insanlar, ALLAH kitabını peygamberlerin lisanı üzerine indirdi. Helalini helal, haramını haram kıldı. Peygamberlerin lisanı üzerine indirdiği kitabında helal kıldıkları kıyamete kadar helaldir. Peygamberlerin lisanı üzerine indirdiği kitabındaki haram kıldıkları da kıyamete kadar haramdır.

[Ravi: Hz. Enes Radıyallahu Anh, Ramul-el E-Hadis, Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi]

 

“ALLAH kitabını peygamberlerin lisanı üzerine indirdi.” 1 Kasım 1928 Türk Harfleri’nin kabulü. Türkçe! Türkçe, Türklerin kullandığı dil demektir. Atalarımızın kullandığı dillere bir bakalım.

 

Türklerin ilk kullandığı alfabe olarak bilinen, sağdan-sola yazılıp, sağdan-sola okunan Göktürk Alfabesi’dir.

 

Göktürk Kağanlığı’nın 744 tarihinde yıkılmasıyla onun yerine geçen Uygur egemenliği döneminde kullanılan, sağdan-sola yazılıp, sağdan-sola okunan Uygur Alfabesi. Uygur harfleri Arapça harfleriyle birçok benzerlik taşımaktadır. Kutadgu Bilig, Türk dillerinin en temel eserlerinden ve Türk dilleri araştırmalarının önemli kaynaklarındandır. İslami Türk edebiyatının adı bilinen ilk şair ve düşünürü Balasagunlu Yusuf Has Hacib tarafından Uygur Alfabesiyle kaleme alınmıştır. Eserin 4. satırında Arap Alfabesiyle “besmele” yazılmaktadır.

 

Osmanlı zamanında; Arapça ve Farsça Alfabeleri kullanılarak oluşturulan sağdan-sola yazılıp, sağdan-sola okunan Osmanlıca ağırlıklı kullanılmış olup, bunun yanı sıra Osmanlı İmparatorluğu’nda 18. yüzyıla kadar Uygur Alfabesi de kullanılmıştır.

 

Türkler 6900 yıl boyunca, Milattan önce 5000 yıllarına kadar uzanan, Uygurlar ve İskitler zamanından; Mason Mustafa Kemal’in kurduğu, diktatörlükle hükmettiği cumhuriyet dönemine kadar sağdan-sola yazılıp, sağdan-sola okunan dilleri kullanmışlardır. Mustafa Kemal Paşa ise, öğrenimi zor olduğu bahanesiyle; dini bozup, masonların Siyonist emellerini gerçekleştirebilmeleri için, kendi yalanlarının ortaya çıkmaması için ve Osmanlı kaynaklarının, Arapça kaynakların anlaşılamaması için sağdan-sola yazılıp, sağdan-sola okunan Osmanlıca’yı kaldırmıştır. Kâfirlerin alfabesinden yararlanarak; soldan-sağa yazılıp, soldan-sağa okunan ve Türkçe adı verdiği Latin Harfleri’nden oluşturduğu alfabeyi getirmiştir.

 

Harf Devrimi neden ve nasıl yapıldı?

 

İngilizler Shakespeare’ın 400 yıl önce yazdıklarını anlarken, Türkler 80 yıl önce yazılan milli marşı okuyup anlayamıyor! Neden? Binlerce âlimi bir gecede cahil bırakan, 100 binlerce ciltlik asırların birikimi olan kitapları okunamaz hale getiren “HARF DEVRiMi” niçin yapıldı? 700 yıllık medeniyetin Alfabesi, Dili, Edebiyatı bir Ermeni’ye teslim edildi. Latin harflerinin fikir babası Agop Dilaçar’a [Martayan] teslim edildi. Mustafa Kemal Paşa’nın ve CHP’nin uygulamasıyla “Yeni Türk Alfabesi Ermeni Agop Dilaçar’a hazırlatıldı. Önce “Sanığın idamına, şahitlerin sanığın idamından sonra dinlenmesine” karar veren İstiklal mahkemeleri kuruldu. Sonra çeşitli bahanelerle muhalifler ortadan kaldırıldı. Alevi, Sünni, Türk, Kürt, Çerkes, Laz, İslamcı, Kominist, Milliyetçi, … vb. hiçbirine tahammülleri yoktu. “Şapka’ya karşı” dendi. İskilipli Muhammed Atıf Hoca Taksim Meydanı’nda Asıldı! Başına şapka takıp, 7 gün darağacında beklettiler. Kubilay olayı bahane edildi. Erbilli Muhammed Esad zehirlenerek öldürüldü. M. Suphi ve 14 arkadaşı komünist olduğu için öldürüldü. Ali Şükrü İslamı savunduğu için Mustafa Kemal Paşa tarafından öldürüldü. Türkiye’nin İlk Milli Eğitim Bakanı Doktor Rıza Nur, Mustafa Kemal Paşa’ya muhalifti, hayatı sürgünlerde geçti. Bediüzzaman Said Nursi İslam’ı anlattığı için Mustafa Kemal Paşa tarafından zindanlara atıldı, sürgüne gönderildi. Ve.. Yakın tarihe “Yüz ellilikler” adıyla geçen muhalif sürgünü. Muhalifler tasfiye edildikten sonra sıra İslam’ı sosyal hayattan çıkarmaya gelmişti. Tevhid-i Tedrisat, Hilafetin kaldırılması, Şapka devrimi ve sonra, sıra 1300 yıllık İslam Dini ve medeniyetiyle, 700 yıllık Osmanlı medeniyetiyle bağların koparılmasına gelmişti. Bunun yollarından biride İslam harflerinden kurtulmaktı. Robert Koleji mezunu Agop Martayan başrolde, İslam harflerinin ortadan kaldırılma süreci başladı.

“İslam harfleri çok zor öğreniliyor yalanıyla. İslam harfleri gelişmeye engeldir yalanıyla.” 1 Kasım 1928’de TBMM’ce kabul edilerek Harf devrimi gerçekleştirildi! Harf Devrimiyle birlikte binlerce âlimin yanı sıra 10 binlerce okur-yazar cahil konuma düştü. Süleymaniye Kütüphanesi’nde 80 bin Osmanlıca eser, Bayezıd Kütüphanesi’nde 12 bin Osmanlıca eser ve Osmanlı coğrafyasındaki kütüphanelerde 100 binlerce el yazması eser okunamaz hale getirildi. Diğer devrimler gibi Harf devrimi de İslam’ın ortadan kaldırılması içindi!

 

Harf devrimi, Milleti İslam’dan, Osmanlı’dan koparmanın adıydı. Harf Devrimi’nin getirdiği yozlaşma bugün o derecede ki, Mustafa Kemal Paşa’nın Gençliğe Hitabesi bile tercümeye muhtaç. Ne olursa olsun devrimler sürmeliydi. Avrupa kültürü dayatması çoğaldı. İstanbul Fatihi’nin emaneti, Fetih Cami müze yapıldı. Camilerin, türbelerin kitabeleri söküldü, tahrip edildi. Ezanı, Kuran’ı ve ibadetleri Türkçeleştirmeye çalıştılar. İslam dini Mustafa Kemal Paşa ve CHP’nin elinde oyuncak olmuştu. Tüm bu İslam karşıtlığı 90 yıldır zulüm aracı olan LAiKLiK ilkesiyle taçlandırıldı.

 

“İslam harfleri çok zor öğreniliyor yalanıyla. İslam harfleri gelişmeye engeldir yalanıyla.” 1 Kasım 1928’de TBMM’ce kabul edilerek Harf devrimi gerçekleştirildi!

 

Gerek İstanbul’da, gerek Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün şehirlerinde hüküm süren emniyet ve asayiş hiçbir tereddüde imkân bırakmayacak surette ispat etmektedir ki Türkler hiçbir zaman görülmemiş derecede medenîdirler.

[Jean Antonie Guer, Moeurs et usages des Turcs, cilt 2, sayfa 188]

 

Hırsızlara gelince, bunlar İstanbul’da son derece nadirdir. Ben Türkiye’de 14 sene kaldığım halde bu müddet zarfında hiçbir hırsızın orada ceza gördüğünü işitmedim. Yol kesen haydutların cezası kazıktır. Ben bu memlekette yalnız 6 haydutun kazıklandığını işittim. Onlar da hep Rum cinsindendi.

[A. De la Motraye, Voyages en Europe, Asie et Afrique, cilt 1, sayfa 258. La Haye, 1727]

 

Dükkâncı namaz saatlerinde dükkânını açık bırakıp gittiği halde senede yalnız 4 hırsızlık olayı bile olmaz. Halkı Hıristiyanlardan meydana gelen Galata ve Beyoğlu’nda ise hırsızlık ve cinayet olayları duyulmadan gün geçmez.

[A. Ubicini, La Turquie, sayfa 330-339, Paris, 1855]

 

Türk dilini tetkik ederken konuşma lehçesinin muntazam ve mükemmel sıra düzeni, kulağa hafifçe yansıyan ölçülü sesleri, ahenk kanunu ve nihayet uzun ve kısa seslerin bir nevî musiki’yi andıran tatlı akışı karşısında hayran kalmamak mümkün değildir. İnsan bu dilin bir bilim kurulu tarafından özellikle düzenlenmiş mantıkî esaslardan doğmuş olduğuna hükmedecek hâle gelmektedir.

[Rahip Viguier, Eléments de la langue turque. İstanbul,1787]

 

Halkın ve bilhassa fakir tabakanın en zarurî ihtiyaç maddeleri üzerine vergi konulmasını yasaklayan, o gibi maddeleri en ucuz fiyatla sattırmayı en şerefli vazife bilen, tartılarla ölçüleri en sıkı kontrole tabii tutturan ve ıslah kabul etmez vurgunculara ölüm cezası verdiren de o ruhtur.

[Dr. A. Brayer, Neuf années a Constantinopla, cilt 1, sayfa 286, 1836]

 

Avrupa’da nezaket çoğu defa kin ve ihaneti örten bir perde olduğu halde, Türklerde milli karakterlerini meydana getiren sarsılmaz hakkaniyet ve iyilikseverlik ruhunun tabii bir sonucudur. Zaten Kuran’da nezakete dair ayetler vardır ve o mukaddes kanunun bütün uyarıları gibi bu ayetler de aynen harfiyen uygulanır.

[Dr. A. Brayer, Neuf années a Constantinopla, cilt 1, sayfa 293, 1836]

 

Şu nokta da hemen hemen bütün dünya aynı kanaattedir. Yeni Türk, eski Türk’ün değerinde değildir. Bizim kumaşlarımızı, her türlü refah vasıtalarımızı, ayıplarımızla kötülüklerimizi, manasızlıklarımızı benimsemiştir. Fakat anlayışımız ile fikirlerimizi henüz kabul etmediği için bu yarım yamalak başkalaşma ve dönüşüm esnasında kendisindeki eski Osmanlı Türk karakterini bütün iyi taraflarını da kaybetmiştir. Eski Türk’ün, “Avrupa medeniyetinin türettikleri” olarak görüp değer vermediği bu gençler, gerçekten de tembel, kabiliyetsiz, imansız, para düşkünü, Avrupa taklitçisi, her türlü milli geleneğin düşmanı ve uşak ruhlu sürü sürü memurlardan ve atalarının pabuçları olamayacak kadar küstah, utanmadan yoksun, ahlaksız bir nevi “şık gençlik” güruhundan ibarettir.

[Edmondo de Amicis, Constantinople, sayfa 425-426, Paris, 1883]

 

Kim bu Osmanlıyı beğenmeyen, batı taklitçisi uşak ruhlu insanlar? Onları da tanıyalım mı?

 

Diyor ki Mustafa Kemal:

 

“Evet arkadaşlar, o saraylar ve o sarayların etrafını çeviren hainler asırlarca bu milleti aldanışta bıraktılar. Onlar bu milleti ve bu memleketi yalnız iki zamanda düşünürlerdi. Biri paraya, diğeri askere ihtiyaç duydukları zaman! Bir baştan memleketi soyarlar, diğer yandan milletten aldıkları askerle Viyana’yı, Mısır’ı, İran’ı zapt etmek için fetihlere kalkarlardı. Hâlbuki milletin o fetihlerde hiçbir milli isteği, vicdani isteği ve çıkarı yoktu. Onların hırsı, onların şan ve şerefi için, bu milletin çocukları bir daha dönmemek üzere onların arkasından sürüklenirlerdi.

[Mustafa Kemal, Adana Çiftçileriyle konuşma, konuşmanın yapıldığı tarih: 16 Mart 1923, Hâkimiyeti Milliye, 21 Mart 1923]

 

Osmanoğulları, zorla Türk milletinin egemenliğini ele geçirmişlerdi. Bu zorbalıklarını 600 yıldan bu yana sürdürmüşlerdi.

[Mustafa Kemal, Nutuk, Sayfa 644-645]

 

Kim bu Mustafa Kemal? Şimdi onu tanıyalım.

 

Biri Kemalist, biri anti-kemalist iki farklı yazarın gözüyle Mustafa Kemal!

 

Mustafa Kemal’e gelince, daha öğrencilik yaşlarında ve bilhassa askeri okulda başlayarak, yaşayan, eğlenen, dünya zevklerine değer veren bir gençtir. İçki içen, eğlentilerden, içkili toplantılardan hoşlanan bir insandır. Bu içki ve eğlence bahislerinde bazı aşırılıklara da kayabilir.

[Kemalist yazar Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, cilt 1, sayfa 106//2008- Remzi Kitapevi]

 

Latife’yle boşandıktan sonra Mustafa Kemal’in zincirleri yeniden çözüldü. Eski fuhuş hayatı alabildiğine başladı. Çankaya meşhur ve muteber bir kerhane oldu. 20-30 kadın birden doluyordu. Sabahlara kadar mum söndü yapılıyordu.

[Türkiye’nin ilk Milli Eğitim Bakanı Dr. Rıza Nur, Hayatım ve Hatıratım, sayfa 1318-1321]

 

Mustafa Kemal Konya’ya gitmiş, orada okulu ziyaret edip bir öğretmen kadını beğenmiş, almış getirmiş. Onuna bir müddet eğlendi. Sonra Avrupa’ya eğitime yolladı. Milletin parasıyla fahişelerine ihsan! İzmir’e gitmiş, orman memurunun okula giden küçük kızı Afet’i beğenmiş, almış getirmiş. Hadi ona da fuhuş… Sonra onu da İsviçre’ye tahsile yolladı.

[Türkiye’nin ilk Milli Eğitim Bakanı Dr. Rıza Nur, Hayatım ve Hatıratım, sayfa 1318-1321]

 

Nerede kız görüp beğenirse eşkıya gibi omuzlayıp götürüyor. Hem de okullardan. Ne feci! Evvelce bir gece Ankara Darülmuallimatı’nı da basıp bir kız kaçırmıştı. Adam hırsız eşkıya.

[Türkiye’nin ilk Milli Eğitim Bakanı Dr. Rıza Nur, Hayatım ve Hatıratım, sayfa 1318-1321]

 

Türkiye’yi kime borçluyuz?

 

Uçkurundan başka bir şey düşünmeyen Mustafa Kemal’e mi?

 

Yoksa Çanakkale’de ALLAH yolunda şehit düşen gerçek atalarımıza mı?

 

Mustafa Kemal’in bütün arzusu, devleti idare edenlerle temaslar yapabilmektir. Mustafa Kemal, memleketin ileri gelenleriyle tanışmak, memleketin ileri gelenlerinden biri olmak ister.

[Kemalist Yazar Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, cilt 1, sayfa 253]

 

Mustafa Kemal’e gelince o realisttir. Ne Hicaz’ın kutsallığına, ne hilafetin değerine inanmaz.

[Kemalist yazar Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, cilt 1, sayfa 265]

 

Suriye’deki ordusunu yüzüstü bırakıp, İstanbul’da şehzade Vahdettin’e yalakalık yapan bir adam!

 

Mustafa Kemal, hem 7. Ordu, hem tekrar tayin edildiği 2. Ordu kumandanlıklarını reddedip İstanbul’a döndüğü zaman. İşte bu sırada Mustafa Kemal, Vahdettin ile Almanya’ya gider.

[Kemalist yazar Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, cilt 1, sayfa 341]

 

Çünkü geleceğin padişahı Vahdettin’in kızını alıp Genel Kurmay Başkanı olmak istiyordu! Mustafa Kemal için düşünülen sultan hanım, Vahdettin’in kızı Sabiha Sultan’dı. Kaldı ki bu sultan hanım bir şehzadeyi, Abdülmecit Efendi’nin oğlu Faruk Efendi’yi seviyordu. Nitekim sonra onunla evlendi de.

[Kemalist yazar Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, Cilt 1, sayfa 325,326]

 

İşgal kuvvetlerinin gözetimindeki padişah, Mustafa Kemal’i müthiş yetkilerle donatarak ordu müfettişi sıfatıyla Anadolu’ya gönderir. Padişah’ın arzusu, Anadolu’da halkın başlattığı Milli Mücadele’nin düzene sokulmasıdır.  Mustafa Kemal, kendisine verilen yetkilere dayanarak valilere bile emir verebilmektedir. Devletin kasasında bir kuruş yokken, Mustafa Kemal’in altına Bandırma Vapuru verilir. Mustafa Kemal Samsun’a hareket etmeden önce Padişah Vahdettin’i ziyaret eder. Burada biz susalım, yazar devam etsin!

 

Padişah Vahdettin ile vedalaşma sırasında Padişah Vahdettin elini bir tarih kitabına basarak bir takım cümleler sıralar:

 

“Paşa, Paşa, şimdiye kadar devlete birçok hizmetler ettin. Bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir. Bunları unutma! Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa! Devleti kurtarabilirsin.

 [Kemalist yazar Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, cilt 1, sayfa 370]

 

Sultan Vahdettin’in Kurtuluş Savaşı’ndaki rolü: Mustafa Kemal’in ağzından: 1927-1938 yıllarında sofracılığını yapan Cemal Granda’nın, Mustafa Kemal’in ağzından aktardıkları aynı gerçeğe parmak basmaktadır. “beni, Milli Mücadele’yi açmak üzere bunca paşa arasından seçip Anadolu’ya gönderen Vahdettin’dir. Eğer bu vatanı kurtaran birini aramak gerekirse Vahdettin’i göstermek gerekir!”

 

Soldan-sağa yazıp, soldan-sağa okumak.

 

Kainâtın yaratılmasından önce, Levh-i Mahfuz’da; bütün herşeyin yazıldığı, yazan kaleminde kuruduğu Levh-i Mahfuz’da; ALLAH’ın yaz emriyle; kalem ilk olarak Arapça “Bismillahirrahmanirrahiym” yazmıştır.

 

Dili Arapça olan Kuran’ın indirildiği Aleyhiselatü Vesselam Efendimiz’in ümmeti olan biz gafiller! Amel defterleri Arapça olarak yazılan biz gafiller. Mustafa Kemal Paşa’nın dilini konuşuyoruz değil mi? Soldan-sağa yazıp soldan-sağa okuyoruz. Her şeyde sağın üstün görüldüğü dinimizin dili bile sağdan-sola yazılıp, sağdan-sola okunuyor. Ama biz dinimizin, Kuran’ın dilini bırakmışız; Mustafa Kemal Paşa’nın dilini konuşuyoruz. Masonların Siyonist emellerine ulaşabilmesi uğruna, kendi saltanatı uğruna, kendi istediklerini gerçekleştirebilmek uğruna dine savaş açan Mustafa Kemal Paşa’nın dilini konuşuyoruz! Mustafa Kemal Paşa halkın dilini değiştirdi. Biz ALLAH’ın lisanını bırakmışız, Mustafa Kemal Paşa’nın lisanını konuşuyoruz. Başına Türk kelimesi eklendiği için Türkçe olarak bildiğimiz Latin alfabesinden alınan harflerin Mustafa Kemal Paşa tarafından oluşturulan dille konuşuyoruz. Yarın bize huzuru mahşerde ne buyrulacak biliyor musunuz? “ALLAH siz yarattığı kulları için, uygun olan lisanı, uygun olan dili bilememiş mi ki, siz başka dillerle dillendiniz, başka dillerle konuştunuz!”

 

“ALLAH kitabını peygamberlerin lisanı üzerine indirdi.” Peygamberlerin lisanı, yani Arapça! Cennette bile Arapça konuşulacak!

 

Helalini helal, haramını haram kıldı. Peygamberlerin lisanı üzerine indirdiği kitabında helal kıldıkları kıyamete kadar helaldir. Peygamberlerin lisanı üzerine indirdiği kitabındaki haram kıldıkları da kıyamete kadar haramdır.

[Ravi: Hz. Enes Radıyallahu Anh, Ramul-el E-Hadis, Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi]

 

Mustafa Kemal Paşa bütün haramları helal, bütün helalleri haram haline getirdi değil mi? Türkiye’de kurulan ilk fabrika lanetlenmiş içki fabrikasıdır! Mustafa Kemal Paşa sürekli içki içtiği için başka fabrika kurdurması düşünülemezdi zaten!

 

Bu ümmetin sonradan gelen nesilleri önceden gelip geçenlere –çeşitli itham ve bahanelerle- hakaret ettiği zaman, artık kızıl rüzgârları, yere batışı, suret değiştirmeyi ve gökten taş yağmasını bekleyin.

 [Tirmizi, Fiten, sayfa 39/ Kutub-i Sitte, 14.cilt, sayfa 341]

 

“Bu ümmetin sonradan gelen nesilleri önceden gelip geçenlere –çeşitli itham ve bahanelerle- hakaret ettiği zaman!”

 

Türkiye’de yaşayan kâfirler Osmanlı’ya lanet okuyor değil mi? Bize anlatılanlar yüzünden lanet okuyoruz Osmanlı’ya! Mustafa Kemal Paşa’nın oluşturduğu ve başına Türk kelimesi konduğu için Türkçe olarak kabullendiğimiz, Hıristiyan kâfirlerinin lisanı olan Latin alfabesinden alınan harflerle oluşturulan dilimizle Osmanlı’ya lanet okuyoruz! Nedense, Medeni Kanun, Ceza Kanunu, Ticaret Kanunu Avrupalı kâfirlerin kanunlarından yararlanılarak kanunlaştırılıyor, ama Latin alfabesinden alınan harflerle oluşturulan dilimiz için çok büyük önem ve çalışmalar yapılıyor!

 

“Hayır” kelimesini bilir misiniz? “İyilik ve ihsan” anlamındadır, ama Mustafa Kemal Paşa’nın dilinde; “yok, olmaz” anlamındadır.

 

“Kaza” kelimesini bilir misiniz?  “ALLAH’ın takdirinin ve emrinin yerine gelmesi” anlamındadır. Mustafa Kemal Paşa’nın lisanında trafik kazaları oluyor. İnsanlar hataları kazara yapıyor.

 

“Peder” kelimesini bilir misiniz? Farsça ve Osmanlıca da “baba” demektir.

 

Sa’d İbnu Ebu Vakkas Radıyallahu Anh’dan rivayet edildiğine göre Aleyhisselatu Vesselam Efendimiz şöyle buyurdu:

“Bir kimse kendi babası olmadığını kesinlikle bildiği birinin soyundan geldiğini ileri sürerse, ona cennet haramdır.”

[Riyazu’s-Salihin, İmam Nevevi, 1806. hadis]

 

Ebu hüreyre Radıyallahu Anh’dan rivayet edildiğine göre Aleyhisselatu Vesselam Efendimiz şöyle buyurdu:

“Babalarınızdan yüz çevirip onları inkâr etmeyiniz. Her kim kendi babasını bırakıp bir başkasına baba derse, nankörlük etmiştir.”

[Riyazu’s-Salihin, İmam Nevevi, 1807. hadis]

 

Yezid İbn-i Şerik ibn-i Tarık şöyle dedi:

Ali Kerremullahi Vechehü, minberde konuşurken gördüm ve şöyle buyurduğunu duydum:

Hayır, iddialar doğru değidir. Vallahi bizim yanımızda Kuran’dan ve şu sayfadan başka okuduğumuz bir yazı yoktur.” böyle dedikten sonra o sayfayı açtı. Orada develerin yaşları ve yaralamayla ilgili hükümler vardı. Yine bu sayfada Resulullah Aleyhisselatu Vesselam şöyle buyuruyordu:

“Ayr[Âır ] Dağı’ndan Sevr Dağı’na kadar olan yerler Medine’nin haremidir. Her kim orada kitap ve sünnete aykırı bir iş yapar ve dinde fesat çıkaran birini korursa, ALLAH’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun. ALLAH kıyamet gününde o kimsenin ibadetlerini ve tevbesini kabul etmeyecektir. Müslümanlardan birinin verdiği bir söz ve güvence, yaptığı bir antlaşma hepsini bağlar. Her kim bir müslümanın verdiği söz ve himayeyi dikkate almazsa, ALLAH’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun. ALLAH kıyamet gününde o kimsenin tövbesini ve ibadetlerini kabul etmeyecektir. Her kim kendi babası olmadığını kesinlikle bildiği birinin soyundan geldiğini ileri sürerse veya kendi efendisi olmayan birini efendi olarak kabul etmeye kalkarsa, ALLAH’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun. ALLAH kıyamet gününde o kimsenin tövbesini ve ibadetlerini kabul etmeyecektir.”

[Riyazu’s-Salihin, İmam nevevi, 1808. hadis]

 

Ebu Zerr Radıyallahu Anh, Resulullah Aleyhisselatu Vesselam’ı şöyle buyururken dinlediğini söyledi:

“Babası olmadığını bildiği birini babam diye sahiplenen kimse, babasına nankörlük etmiş olur. Kendisine ait olmayan bir şeyi sahiplenmeye kalkışan kimse bizden değildir; o cehennemdeki yerine hazırlansın.”

[Riyazu’s-Salihin, İmam Nevevi, 1809. hadis]

 

Öz babasından başkasına baba demek haramdır. Ama Türkiye’de yaşayan söze Müslüman kâfirler Hıristiyan din adamlarına “peder” diyor değil mi? Hıristiyanlar bile “peder” demiyor, ama biz “peder” diyoruz. Yani Hıristiyan din adamlarına “peder” diyerek, Hıristiyan din adamlarına “baba” demiş oluyoruz. Öz babamızdan başkasına baba demememiz gerekirken biz Hıristiyan din adamına “baba” diyoruz.

Mustafa Kemal Paşa Osmanlıca kelimelerle Hıristiyan din adamına “peder” dedirttiriyor, argo da “peder” dedirttiriyor babalarımıza.

 

“Dam” Osmanlıca da “helak olmak, gözyaşı” anlamındadır. Farsça”da “tuzak, hile” anlamındadır. Mustafa Kemal Paşa’nın lisanında “ahır ve evlerin çatısı” anlamındadır.

 

“Dana” Osmanlıca ve Farsça’da “bilgili, bilen, malumatlı, âlim” anlamındadır. Mustafa Kemal Paşa’nın lisanında “ineğin yavrusu” anlamındadır.

 

“İbn-i” Osmanlıca”da, Farsça’da, Arapça’da “oğul” anlamındadır. İbn-i Sina. İbn-i Ahmed örnek olarak. Mustafa Kemal Paşa’nın lisanının argosunda “ibne” yani erkek erkeğe ilişkiye giren erkeler anlamında. İbn-i Sina deyince, herkes “ibne sina” diye espri yapar olmuş.

 

“Nefs” Osmanlıca’da ve Farsça”da “insanda ve cinde şer kötülük kuvveti” anlamındadır. Mustafa kemal Paşa’nın lisanında ise “lezzetli, güzel yemek” anlamındadır.

 

“Seyyid” Osmanlıca da, Arapça’da “efendi, Hazreti Muhammed Aleyhisselatu Vesselam’ın soyundan olan, onun izinden giden” anlamındadır. Mustafa Kemal herkese “efendiler” diyordu.

 

“Estağfirullah” Osmanlıca, Arapça ve Farsça da; “ALLAH kusurlarımı [günahlarımı] affetsin” anlamındadır. Mustafa Kemal Paşa’nın lisanında; kendisine teşekkür edilen veya övülen kimse tarafından alçak gönüllülük göstermek için söylenen nezaket sözü oluyor; kimi zamanda “aynen öyle” anlamında kullanılıyor.

 

“Cilve” Osmanlıca, Arapça ve Farsça da “ALLAH’ın isimlerinin tecellisi; yani ilahi mukadderatın, kaderin gerçekleşmesi” anlamındadır. Mustafa Kemal Paşa’nın lisanında, “kadınların yaptığı erkeklerin hoşuna giden davranışlar” oluyor.

 

Mustafa Kemal Paşa’nın dilinde: Hz. Hadice Radıyallahu Anha, Hz. Hatice oluyor; Hz. Aişe Radıyallahu Anha, Hz. Ayşe oluyor; Hz. Fatıma Radıyallahu Anha, Hz. Fatma oluyor; Üveys el- Karani, Veysel Karani oluyor. Saladin Eyyubi, Selahattin Eyyubi oluyor. Sahabelerin, İslam büyüklerinin isimleri bile; İslami isimler bile değiştirilerek kullanılıyor!

 

“Hınzır” kelimesini bilir misiniz? ‘Seni hınzır seni’ deriz haylaz olanlara. “Hınzır” Osmanlıca ve Arapça’da “domuz” demektir. Yani “seni hınzır seni” dediğimizde, “seni domuz seni” demiş oluyoruz.

 

Neden Hamam böceğine Kara Fatma deniyor?

 

Hıristiyan papazlar, çocuklar için yapılan oyun sahasında çocuklarla oynarken, ellerinde içinde hamam böceklerinin olduğu poşeti boşaltır ve “öldürün şu kara fatma’yı“ diye bağırır. Çocuklardan biri üstünü değiştirir, papaz o çocuğa peçeli bir çarşaf giydirir. Diğer çocuklar, çarşaf giyen çocuğun etrafında yuvarlak oluştururlar ve çarşaf giyen çocuğu birbirine doğru itmeye başlarlar. Çarşaf giyen çocuğu birbirlerine iterlerken “kara Fatma, kara Fatma” diye bağırırlar ve tartaklarlar. Hıristiyanlar Müslümanları sevmezler. Hıristiyanlara göre Müslümanlar “pis ve yobaz” insanlardır. Yaşadıkları yerlerde Müslümanları istemezler. “onları kara Fatma gibi ezeceğiz” derler.

 

Kara Fatma Kimdir?

 

Kara Fatma Son Osmanlı zamanlarında Kahraman Maraş’ta ülke düşman işgalindeyken kahramanca savaşarak düşmanları taarruza tutmuş onlara meydan okumuş bir kadındır. 400-500 kişilik bir orduya öncülük yaparak düşmanları zayıf düşüren böylesine kahraman olan bir Osmanlı kadınına verilen Kara Fatma lakabını bir böceğe verecek kadar aşağılandık mı? ALLAH Resulü Aleyhisselatu Vesselam’ın en değer verdiği dünyalık “gözümün nuru, gönlümün incisi Hz. Fatma” dediği anamıza Arap olduğu için “onlar pis bir millettir hamam böceği de pislikte yaşar ve onun adı kara Fatma'dır” diyen kara cahil azgın bir zihniyete sahip olanların olması ne kadar acıdır. Bir yandan yurdu düşmanlardan koruyan son Osmanlı kahramanı bir kadına Maraş’ta verilen Kara Fatma lakabı diğer taraftan da ALLAH Resulü Aleyhisselatu Vesselam’ın kızına yakıştırılan, Hz. Fatıma Radıyallahu Anha’yı sembol etsin diye ağızdan ağza dolaşan hamam böceğine verilen ad. Bu ne gafilliktir, bu ne cahilliktir böyle!

 

Osmanlıca, Farsça ve Arapça kelimelerin okunuşlarına kendince anlamlar vererek; İslami değerlerle alay edilmesi için Mustafa Kemal Paşa’nın oluşturduğu, şuan kullandığımız dilde, normal konuşurken bile küfrediyoruz. Mustafa Kemal Paşa’nın İslam’la alay etmek için oluşturduğu dili konuşurken bile küfrediyoruz ey kâfirler!

 

Osmanlıca, Farsça, Arapça ayrı; Türkçe ayrı ama değil mi? Şu an Türkiye’de kullanılan; Mustafa kemal Paşa’nın alfabe olarak Latin alfabesini seçtiği kâfir alfabesini seçtiği bu dil; 1928 yılından önce yoktu! Kanunları yıldırım hızıyla kâfirlerden örnek alarak oluşturan Mustafa Kemal Paşa; oluşturduğu yeni dil için, İslam’a küfredilmesi için oluşturduğu dilin bir an önce kullanılması için her şeyi yapıyor!

 

Ama bize eskileri anlatırken; halk ayrı bir dil konuşuyor, saray ayrı bir dil konuşuyor deniliyor değil mi? Halk sarayın ne dediğini anlamıyor yani. Laf. Osmanlıca konuşuluyor! Osmanlıca’yı bütün Müslümanlar anlıyor! Bunun yanında âlimlerden Uygur Türkçesi ve diğer dilleri bilenler var.

 

Günümüzde Kemalist Putperest Köpekler ne diyor biliyor musunuz? “ALLAH Kuran’ı niye Türkçe indirmedi? Arapça indireceğine Türkçe indirseydi, bizde okusaydık” diyorlar!

 

Bizim hayatımız yalan ulan! Bizim hayatımız yalan!

 

Gerçekte Türkiye’de halkın farklı dil, yöneticilerin farklı dil konuşması günümüzde yaşanıyor. Herkese Türkçe’yi öğrettiler, Osmanlıca’yı bilmiyoruz; ama şimdi Osmanlıca terimler kullanılıyor; halk da anlamıyor. Dünyadaki her dilin konuşulduğu iller bölgeler var. Yabancılar var her yerde! Gerçekte, kimsenin birbirini anlamaması bugün yaşanıyor ama kimsenin umurunda değil!

 

Siyonist Yahudiler bile hahamlar harici kimsenin bilmediği İbranice dilini yeni alfabe oluşturarak tekrar canlandırıyorlar! Mustafa Kemal Paşa ise İslam’ın dilini Türkiye’den kaldırıyor! Dünya’da böyle başka hiçbir ülkede, hiçbir yerde böyle bir şey yok!


Bugün 8 ziyaretçi (13 klik) kişi burdaydı!
en masum zamanlarımızda sirayet ettin değil mi kanımıza şeytan.. çocukluğumuzda; en büyük düşmanın olan sevgimizden korkundan.. Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol